Mekke’de indirilmiş olup 123 âyettir. Bu sûrede başka peygamberler ve konular anlatılmakla beraber, onlardan Hûd (a.s.)’ın seçilmesi, bu vesile ile onun hak dini tebliğ etmekteki gayretlerini ebedileştirme gayesine hizmet etmektedir. Bir önceki Yûnus sûresinde olduğu gibi tevhid, nübüvvet ve ölümden sonra diriliş gibi akide esaslarını, özellikle Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğu gerçeğini vurgular. Bu itibarla Yûnus sûresinin yanına konulmuştur. Sûrede Hz. Peygamber (a.s.) ile müminleri teselli etmek için, daha önceki kardeşleri olan Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Şuayb, Hz. Mûsâ ve Hz. Harun (aleyhimüsselam)ın tebliğlerine tafsilatlı olarak yer verilir. Sûre, kıssaları zikretmenin hikmetini bildirir ve başlangıcında olduğu gibi, hatimesinde de tevhid akidesini vurgulayarak sona erer.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri muhkem kılınmış, sonra da güzelce açıklanmış,
tam hüküm ve hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan (hakîm ve habîr) tarafından gönderilmiştir. [2,1]
Burada muhkem “her bakımdan boşluktan uzak, bozulma ihtimali olmayan, gayet sağlam ve muntazam veya hakîm yani yüce hikmetleri içeren, hikmet nizamıyla düzenlenmiş” demektir. (M. H. Yazır, Hud Suresi 1. ayet tefsirinde)
2 – Bundan maksat, Allah’tan başkasına ibadet etmemenizdir.
Gerçek şu ki: Ben sizi cennetle müjdelemek ve cehennemle uyarmak için O’nun tarafından gönderilmiş bulunuyorum. [21,25; 16,36]
3 – Bir maksat da şudur: Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O’na tövbe edin!
O’na dönün ki belirlenmiş bir ömür süresinin sonuna kadar sizi nimetleriyle yaşatsın ve faziletli bir hayat sürenlere, lütuf ve fazlından mükâfatlarını versin.
Fakat imandan yüz çevirirseniz sizin tepenize inecek o müthiş günün azabından korkarım. [16,97]
4 – Zaten hepinizin toptan döneceği yer, O’nun huzurudur. O, istediği her şeyi yapmaya kadirdir.
5 – Dikkat edin: O kâfirler, eğilip bükülerek haktan yan çizer, böylece Allah’tan kaçıp saklanmak isterler.
Ama yorganlarını başlarına geçirdiklerinde bile Allah onların içlerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da pek iyi bilir.
Çünkü O, sinelerin kökünü dahi bilir.
6 – Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın.
Allah her canlının hayatını geçirdiği yeri de, öleceği yeri de bilir. Bütün bunlar apaçık bir kitaptadır.[2,44; 29,17; 6,59]
Allah onun müstekarrını da, müstevdaını da bilir, yani yerleştiği yeri de, emaneten bulunduğu yeri de bilir. Durduğu, oturduğu yeri de, gezdiği ve dolaştığı yeri de bilir. Babasının sulbündeki durumunu da, ana rahmindeki durumunu da bilir. Yattığı yeri de bilir, öleceği yeri veya öleceği vakti de bilir. Bütün bunları bilir de ona göre rızkını verir. Bütün o kımıldayan canlılar, onların rızıkları, müstekarları ve müstevda’ları takdir olunup Levh-i Mahfuz’a yazılmış, Allah’ın ilminden yaratılış alanına çıkarılmıştır ki bu Kitabı görebilen melekler oradaki yazıyı açıktan okur ve anlarlar.
İşte Allah’ın ilim ve kudreti öyle geniş ve fazl-ı keremi ile rububiyeti de böyle kapsamlıdır. Şu halde insan rızkını Allah’tan istemeli. Fakat rızık için değil, Allah için çalışmalıdır. Rızık meselesi o kadar endişe edecek bir şey değildir. Allah’tan başkasından rızık beklemek boşunadır.
7 – Hem O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Bundan önce ise arşı su üstünde idi.
Bu kâinatı yaratması sizden hanginizin daha güzel iş yapacağını ortaya koymak içindir.
Böyle iken sen onlara “öldükten sonra elbette dirileceksiniz.” dersen, o kâfirler bunu haber veren Kur’ân’ı kasdederek “Bu, aldatıcı olma yönünden, besbelli bir büyüden başka bir şey değil!” derler. [23,115-116; 38,27; 18,7; 43,87; 75, 6,36]
8 – Şayet Biz kendilerine azap göndermeyi belirli bir zamana kadar ertelersek: “Bu azabı alıkoyan sebep nedir?” derler.
İyi bilin ki o azap başlarına geldiği gün, artık onlardan geriye çevrilmez
ve alaya aldıkları o azap, kendilerini çepeçevre kuşatmış olur.”
9 – Eğer insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra o nimeti geri alırsak o, son derece ümitsiz, son derece nankör olur.
10 – Fakat başına gelen bir dertten sonra kendisine bir nimet tattırırsak:
“Artık bütün dertler ve belalar bir daha gelmemek üzere bitti gitti!” der, sevinir, övünür durur.
11 – Ancak her iki halde de sabredip yararlı işler yapanlar başka!
İşte onlar için pek geniş bir mağfiret ve pek büyük bir mükâfat vardır. [103,1-3; 36,11; 2,25]
Bu son bölümün, daha önce 7. âyette geçen imtihan konusu ile sıkı sıkıya ilgisi vardır. Zira gerek nimetlerin verilmesi, gerek dertlerin verilmesi, imtihan mevsimlerinden birer mevsimdir ve o âyette mücmel olan imtihanın tafsilatı kabilindendir. Mümine düşen, her iki halde de itidal ve istikametten ayrılmamaktır.
12 – İmdi, senin de muhatap olduğun imtihan icabı ey Resûlüm, o müşriklerin:
“Ona bir hazine indirilse ya!” veya “beraberinde bir melek gelse ya!” demelerinden ötürü,
belki de göğsün daralarak sana vahyolunanın bir kısmını terk edecek olursun.
Fakat sen böyle yapmazsın ve yapma! Zira sen sadece uyaran bir elçisin.
Bütün işleri düzenleyen, herkese lâyık olduğu neticeyi verecek olan ise Allah Teâlâdır. [3, 173; 25,7-8; 15,97-98]
13 – Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş.” mu diyorlar.
De ki: “İddianızda tutarlı iseniz, haydi belagatte onunkine benzer on sûre getirin,
isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardımınıza çağırın! [2,23; 10,38]
Kur’ân, önce Kur’ân ayarında bir söz, bir eser ortaya koymalarını isteyerek insanlara, meydan okudu. Onlar, bunu yapamayınca, belagat ve tesirde onun ayarında, bari on sûre miktarında bir nazire istedi (10,38-39). Sonra bu ayette “Söylenen şeylerin gerçek olması da şart değil, uydurma, rast gele şeyler dahi söyleyebilirsiniz!” diye serbestlik tanıdı. Bunu da yapamadılar. Bu hem arap ediplerinin en mahir oldukları alandaki aczlerini, hem de putlarının aczlerini ortaya koymuş oluyor, böylece Kur’ân’ın Allah kelamı olduğu kesinleşiyordu.
14 – Eğer bu dâvetinizi kabul etmezlerse, bilin ki o ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur.
Nasıl, artık O’na teslim oluyorsunuz değil mi?
15 – Kim dünya hayatını ve dünyanın zinet ve şatafatını isterse,
Biz orada onların işlerinin karşılığını kendilerine tam tamına öderiz ve onlara dünyada asla haksızlık yapılmaz. [17,18-21; 42,20; 2,201]
16 – Fakat onlara âhirette ateşten başka bir şey yoktur.
Onların dünyada yaptıkları bütün işler hatta iyilikler bile heder olmuştur, bütün yaptıkları boşa gitmiştir.
17 – Rabbi tarafından gönderilen kesin delile (Kur’ân’a) dayanan,
peşinden de o delili destekleyen (diğer mûcizelerden şahitleri) bulunan, daha önce de rehber ve rahmet olarak gönderilmiş Mûsâ’nın kitabı ile tasdik edilen kimse, yalnız dünya hayatını arzu eden gibi olur mu?
İşte bu kesin delile dayananlar Kur’ân’a iman ederler.
Hangi zümre de onu reddederse bilsin ki varacağı yer ateştir. Bunda hiç şüphen olmasın.
Çünkü o Rabbinden gelen hakikatin ta kendisidir; fakat insanların çoğu buna iman etmezler. [30,30; 6,19; 2,1-2; 12,103]
“Bunda hiç şüphen olmasın!” Yani Kur’ân’ın Allah tarafından gönderildiğinde şüpheye yer yoktur.
18 – Uydurduğu bir yalanı Allah’a isnad edenden daha zalim kim olabilir?
Onlar Rab’lerinin huzuruna getirilecek ve şahitler de: “İşte Rab’leri hakkında yalan uyduranlar! İyi biliniz ki Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir.” diyeceklerdir.
19 – O zalimler ki insanları Allah yolundan çevirirler ve onu eğri göstermek isterler. Âhireti de inkâr ederler.
20 – Allah onları azaba uğratmak isterse, onlar dünyadan kaçıp Allah’ın hükmünden kurtulamazlar.
Allah’tan başka kendilerini koruyacak hâmiler de bulamazlar. Onların azabı kat kat olur.
Çünkü hakkı işitmeye tahammül edemiyorlardı. Hem de gerçeği görmüyorlardı. [6,134; 67,10; 16,88]
21 – İşte bunlar kendilerini büyük ziyana uğratmışlar
ve uydurdukları tanrılar da, ortalıkta görünmez olmuşlardır. [46,6; 19,81-82; 29,25; 2,166]
22 – Hiç şüphe yok ki âhirette en büyük hüsrana uğrayanlar bunlardır.
23 – Fakat iman edip yararlı işler yapanlar
ve Mevlâlarına gönülden bağlanıp itaat edenler ise cennetliktir.
Onlar orada ebedî kalacaklardır.
24 – Bu iki zümrenin durumu, tıpkı âma ve sağıra kıyasla, gören ve işiten kimsenin durumu gibidir.
Bunların hali hiç eşit olur mu? Artık düşünüp ibret almaz mısınız? [8,23; 35,19-24; 59,20]
25-26 – Gerçekten Biz vaktiyle, Nuh’u kendi halkına gönderdik, şunu ilan etsin diye:
“Bilesiniz ki ben sizi açıkça uyarmaya geldim. Sakın Allah’tan başkasına ibadet etmeyin!
Doğrusu, bu gidişle, ben sizin canınızı yakacak, gayet acı bir günün azabına uğramanızdan endişe ederim.” [7,59-64]
27 – Buna karşı halkının ileri gelen kâfirleri hep birden kalkıp:
“Bize göre, sen sadece bizim gibi bir insansın, bizden farkın yoktur.
Hem sonra senin peşinden gidenler, toplumumuzun en düşük kimseleri, bu da gözler önünde!
Ayrıca sizin bize karşı bir meziyetiniz olduğunu da görmüyoruz.
Bilâkis sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz” dediler. [23,24]
28 – Nuh şöyle cevap verdi: “Ey benim halkım! Düşünün bir kere: Ya ben Rabbimden gelen çok âşikâr bir belgeye, kesin delile dayanıyorsam,
ya O, bana tarafından bir nübüvvet vermiş, bunlar size gizli kalmış da siz görememişseniz?
Ne yapalım, istemediğiniz o rahmete girmeye sizi zorlayabilir miyiz?”
29 – “Hem ey halkım! Bu tebliğimden ötürü sizden maddî bir karşılık istiyor değilim.
Benim mükâfatımı verecek olan yalnız Allah Teâlâdır.
Ben o iman edenleri kovacak da değilim. Elbette onlar Rab’lerine kavuşacaklar (O da onları imanlarından dolayı ödüllendirecektir). Ama ben sizin cehalet içinde yuvarlanan bir toplum olduğunuzu görüyorum.” [6,52-53; 10,72; 26, 111]
30 – “Ey halkım! Ben onları kovacak olsam
Allah indinde bu sorumluluktan beni kim kurtarabilir,
Kim bana yardım edebilir? Artık bir düşünmez misiniz?
31 – Ben size: “Yok Allah’ın hazineleri benim elimdedir!”
yok: “Ben gaybı bilirim!”
yok: “Ben bir meleğim!” demiyorum.
Hor gördüğünüz müminlere “Allah hiçbir hayır, hiçbir meziyet vermez!” de demem. Allah onların içlerinde olanı pek iyi bilir.
Böyle bir şey yaptığım takdirde ben elbette zalimlerden olurum.” [6,50]
32 – “Ey Nûh! dediler. Bizimle mücadele ettin, bu mücadelende de hayli ileri gittin.
Yeter artık, eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bizi tehdit edip durduğun o azabı getir de görelim!”
33 – Nuh cevap verip dedi ki: “Onu, dilerse ancak Allah getirir
ve O’nun elinden siz asla kaçıp kurtulamazsınız.”
34 – Allah sizin helâkinizi dilemişse, ben sizin iyiliğinizi arzu etsem bile,
size öğüt verip iyiliğinizi istemem size fayda etmez.
Rabbiniz O’dur ve siz O’nun huzuruna götürüleceksiniz.”
35 – Yoksa “Kur’ân’ı, kendisi uydurdu!” mu diyorlar? De ki: “Eğer uydurdumsa günahı bana aittir.
Ama ben de sizin işlediğiniz suçlardan beriyim.”
36-37 – Nuh’a şöyle vahyolundu ki: “Artık halkından, daha önce iman etmiş olanlar dışında, hiç kimse iman etmeyecek.
Öyleyse o kâfirlerin yaptıklarından dolayı kederlenme de,
Bizim gözetimimiz altında ve vahyimiz doğrultusunda, gemiyi yap ve o zalimler lehinde Ben’den hiçbir ricada bulunma.
Çünkü onlar suda boğulacaklardır.” [23,27; 71,26; 54,10]
38 – Nuh gemiyi yapıyor, halkından ileri gelenler her ne zaman yanından geçseler onunla alay ediyorlardı.
Nuh da: “Siz, dedi; şimdi bizimle alay ediyorsanız, elbet bizim de sizinle alay edeceğimiz bir gün gelir.”
39 – “Artık rüsvay edecek azabın kime gelip çatacağını, ayrıca âhiretteki daimi azabın da kimin üzerine ineceğini yakında görüp öğrenirsiniz.”
40 – Nihayet emrimiz gelip de tennur kaynadığı zaman Nuh’a dedik ki:
“Her hayvan türünden erkekli dişili ikişer eş ile
haklarında helâk hükmü verilmiş olanları hariç olmak üzere, aileni
bir de iman edenleri gemiye al!”
Zaten beraberinde iman eden pek az insan vardı. [3,7; 26,119-121; 54,11-14]
Tennur: Kapalı ocak, fırın mânasına gelir. Türkçeye tandır olarak geçmiştir. Bu kelime tefsirlerde farklı anlayışlara imkân vermiştir. Hz. Havva’dan kalan ve Hz. Nuh’a intikal eden taştan bir ocak, gemide suyun toplanıp biriktiği yer, yeryüzünün fışkıran sular sebebiyle kaynaması, tan yerinin ağarması gibi birbirinden uzak mânalar düşünülmüştür. Elmalılı Hamdi Yazır, tennur’un, bu geminin kazanla çalışan buharlı bir gemi, bir vapur olduğunu düşündürdüğünü yazar.
41 – Nuh dedi ki “Binin gemiye! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır.
Gerçekten Rabbim gafurdur, rahîmdir” (affı, rahmet ve ihsanı pek boldur).
42 – Gemi onları dağlar gibi dalgalar arasından geçirirken,
Nuh biraz ötede olan oğluna: “Evladım, gel sen de bizimle gemiye bin de
kâfirlerle beraber kalma!” diye seslendi. [69,11-12; 54,13-15]
Onun bu oğlu, küfrünü içinde gizleyip açığa vurmadığı için, Hz. Nuh onu iman ehlinden sayıp gemiye almak istemişti.
43 – O: “Beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım!” dedi.
Nuh ise: “Bugün Allah’ın helâk emrinden koruyacak hiçbir kuvvet yoktur. Ancak O’nun merhamet ettiği kurtulur!” der demez,
birden aralarına dalga girdi, ve oğlu boğulanlardan oldu.
44 – Kâfirler boğulduktan sonra yerle göğe:
“Ey yer suyunu yut ve sen ey gök suyunu tut!” diye emir buyuruldu.
Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cudi üzerinde yerleşti
ve “Kahrolsun o zalimler!” denildi. Cudi, Türkiye’nin güneydoğusunda Şırnak civarında 2000 m. yüksekliğinde bir dağdır. Tevrat, Ararat dağına yerleştiğini bildirir (Tekvin, 8,4). Hz. Nuh’un Irak tarafında irşadda bulunduğunu düşünmek daha mâkuldür. Cudi ismiyle Musul, Cizre ve Şam’da birer dağ bulunduğu rivayet edilmektedir.
45 – Nuh Rabbine hitâb edip: “Ya Rabbî, dedi, elbette boğulan oğlum da ailemdendi, öz evladımdı.
(Halbuki ben onları gemiye alırken Sen bana kurtulacaklarını, müjdelemiştin).
Senin vaadin elbette haktır ve Sen hâkimlerin hâkimisin!”
46 – “Ey Nuh!” buyurdu Allah, “O senin ailenden değil. Çünkü o, dürüst iş yapan, temiz bir insan değildi.
O halde, hakkında kesin bilgin olmayan bir şeyi Ben’den isteme.
Cahilce bir davranışta bulunmayasın diye sana öğüt veriyorum.”
Cenab-ı Allah’ın bu buyruğundan kasdı şudur: “Senin bu oğlun, kurtarmayı vaad ettiğim aile fertlerinden değildi. Çünkü kâfir idi. Kâfir senin ailenden sayılmaz. Zira müminle kâfir arasında velâyet yoktur.”
47 – “Ya Rabbi, dedi, hakkında kesin bilgim olmayan şeyi istemekten Sana sığınırım.
Eğer beni affetmez, bana merhamet etmezsen, her şeyi kaybedenlerden olurum.”
48 – “Ey Nuh! denildi, sana ve beraberinde bulunan mümin topluluklara Bizim tarafımızdan bir selâmet ve çok bereketlerle gemiden in!
Gelecek nesiller içinde niceleri de olacak ki onları dünyada bir müddet yaşatacağız,
sonra da Biz’den onlara gayet acı bir azap dokunacaktır.” [2,38]
49 – İşte bunlar gayb olan birtakım haberlerdir. Onları sana Biz vahyediyoruz.
Halbuki bu vahiyden önce onları ne sen, ne de halkın bilmezdiniz.
Öyleyse onların red ve inkârlarına karşı sabret,
dişini sık ve şüphen olmasın ki hayırlı âkıbet, Allah’ı sayıp O’na karşı gelmekten sakınanların olacaktır. [3,44; 28,46; 40,51; 37,171-172]
Ad halkına da kardeşleri Hûd’u peygamber olarak gönderdik.
O da: “Ey benim halkım! Yalnız Allah’a ibadet edin ki, zaten sizin O’ndan başka bir ilahınız yoktur. Siz şirk koşmakla iftira etmekten başka bir şey yapmıyorsunuz!”
51 – “Ey halkım! Risaleti tebliğden dolayı sizden hiçbir ücret beklemiyorum.
Ben mükâfatımı yalnız ve yalnız beni yaratandan beklerim. Hiç düşünmez misiniz?”
52 – “Ey halkım! Haydi Rabbinizden af dileyin, sonra ona tövbe edin,
O’na dönün ki gökten size bol bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın, n’olur, yüz çevirip suçlu duruma düşmeyin!” [71,11]
53 – “Ey Hûd! dediler, sen bize açık bir belge, bir mûcize getirmedin.
Biz de senin sözüne bakarak tanrılarımızı bırakacak değiliz. Sana asla inanacak da değiliz.”
54-56 – “Galiba tanrılarımızdan biri seni pek fena çarpmış!” demekten başka bir şey söyleyemeyiz.
Hûd dedi ki: “Ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahid olun ki: ben sizin Allah’a şerik koştuklarınızdan hiç birini tanımıyorum.
Artık hepiniz toplanın, bana istediğiniz tuzağı kurun, hiç göz açtırmayın, hiç süre tanımayın!
Ben benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayanıp güvendim.
Hiç bir canlı yoktur ki mukadderatı O’nun elinde olmasın. Rabbim elbette tam istikamet üzeredir.” [10,71]
Allah’ın yaptığı her iş doğrudur, güzeldir. O’nun rızası hakta, doğruluk ve adalettedir. O, dürüstlüğün hâmisi, doğruların yardımcısıdır.
57 – Eğer haktan yüz çevirirseniz, ben müsterihim, zira size ulaştırmakla görevli olduğum buyrukları size tebliğ ettim.
Rabbim dilerse, sizi gönderip yerinize başka bir topluluk getirir.
Ama siz O’na hiçbir şekilde zarar veremezsiniz.
Muhakkak ki Rabbim her şeyi gözetlemektedir.
Allah’ın hafîz yani gözetleyen olmasının anlamı şudur:
Hiçbir şey O’ndan saklanamaz. Bütün işlerinizi görüp kaydettirir de ona göre karşılığını verir.
58 – Azaba dair emrimiz gelince Hûd ve beraberinde olan müminleri, tarafımızdan bir rahmet eseri olarak kurtardık, onları pek ağır bir azaptan selâmete çıkardık.
Birinci kurtarma Âd halkını imha eden kum fırtınasından, ikincisi ise âhiret azabından kurtarmayı ifade eder.
59-60 – İşte Âd halkı buydu…
Rab’lerinin âyetlerini inkâr ettiler, O’nun peygamberlerine isyan ettiler ve Hakk’a karşı gelen her inatçı zorbanın isteklerine uydular.
Hem bu dünyada lânete tâbi tutuldular, hem de kıyamet gününde.
Evet, Âd halkı, Rab’lerini tanımayıp inkâr yolunu tuttular.
Dikkat et: Nasıl da defoldu gitti o Hûd’un kavmi Âd! [53,50]
61 – Semûd halkına da kardeşleri Salih’i elçi olarak gönderdik.
“Ey benim halkım!” dedi, “Yalnız Allah’a ibadet edin,
çünkü sizin O’ndan başka ilahınız yoktur!
Sizi topraktan yetiştirip yaratan, sizi orada yaşatan O’dur.
O halde O’ndan mağfiret dileyin, yine O’na dönün, tövbe edin.
Çünkü Rabbim kullarına çok yakın ve onların tövbe ve dualarını kabul edendir.” [2,186; 7,73-76; 26,155-159]
Şirke yer veren inanç sistemlerinde, Allah’a ancak bazı aracılar vasıtasıyla ulaşmanın şart olduğu vurgulanır. Hz. Salih (a.s.), insanların Rab’lerine perdesiz ve aracısız yönelip niyaz edebileceğini bildiriyor.
62 – “Salih!” dediler, “Sen şimdiye kadar ümit bağladığımız bir kişi idin. Şimdi ne oldu sana? Ne diye bizi atalarımızın taptığı tanrılara tapmaktan vazgeçirmek istiyorsun?
Doğrusu, senin çağırdığın bu fikrin doğruluğundan şüphe içindeyiz, kuşkulanıyoruz.”
63-64 – Salih: “Ey benim halkım!” dedi, “Şimdi söyleyin bakayım:
Şayet ben Rabbimden gelen kesin delile dayanıyorsam ve O bana tarafından bir nübüvvet lütfetmişse?
Peki bu durumda ben kalkıp Allah’a isyan edersem, O’nun cezasından kim beni kurtarabilir?
Sizin bana hiçbir faydanız olamaz, olsa olsa ziyanımı artırırsınız.
Hem Ey halkım! İşte size mûcize olarak Allah’ın devesi!
Bırakın onu Allah’ın mülkünde yayılsın, yesin, içsin!
Sakın kötü bir maksatla ona el sürmeyin, yoksa çok geçmez sizi bir azap kıstırıverir.” [7,33]
65 – Fakat halk o deveyi tepeleyince Salih onlara: “Yurdunuzda üç günlük bir ömrünüz kaldı. Sonra helâk olacaksınız. İşte hilafı olmayan kesin söz!” dedi. [7,77]
66 – Azap emrimiz gelince, tarafımızdan bir lütuf olarak Salih’i ve beraberindeki müminleri azaptan ve o günün zilletinden kurtardık.
Şüphesiz ki senin Rabbin kavî ve azîzdir (çok kuvvetlidir, mutlak galiptir).
67-68 – Zulmedenleri ise o korkunç ses tutuverdi de diyarlarında çökekaldılar.
Sanki hiç orada yaşamamış gibi oldular, ortadan silindiler.
Evet… inkâr etti Rabbini Semûd halkı.
Evet, işte onun için defolup gitti Semûd halkı!
69 – Bir zaman da elçilerimiz İbrâhim’e varıp onu müjdelemek üzere “Selâm sana!” dediler.
O da: Size de Selâm!” deyip çok kalmadan, elinde nefis, güzelce kızartılmış körpe bir dana getirip ikram etti. [51,26-27; 15,52-62]
70 – Ama misafirlerinin ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onların bu hali hoşuna gitmedi
ve onlardan kuşkulandı, kalbine bir korku girdi.
“Korkma!” dediler. “Çünkü biz aslında Lût halkını imha etmek için gönderildik.”
Lût (a.s.), Hz. İbrâhim (a.s.)’ın yakın akrabasından olup onun şeriatı üzere gönderilmiş bir Peygamberdi. Durum Hz. İbrâhim ile de ilgili olduğundan, Lût kavminin kıssasına giriş mahiyetinde Hz. İbrâhim’den bahsedilmiştir.
71 – Bu sırada hanımı da, hizmet için ayakta durmuş, onları dinliyordu.
Bunu işitince gülümsedi.
Biz de onu İshak’ın, onun peşinden de Yâkub’un doğumu ile müjdeledik. [2,133; 15,54]
72 – İbrâhim’in hanımı: “Ay! dedi, ben bir kocakarı, kocam da bir pir iken ben mi doğuracağım!
Doğrusu bu çok şaşılacak bir şey!”
73 – Elçi melekler: “Sen, dediler, Allah’ın emrine mi şaşırıyorsun?
Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun.
O gerçekten her türlü hamde lâyıktır, hayır ve ihsanı boldur.”
74-75 – Vakta ki İbrâhim’in kalbinden korku geçip gitti ve ona müjde geldi,
tuttu Lût’un halkı hakkında bizimle mücadeleye başladı.
Çünkü İbrâhim çok yumuşak huylu, yufka yürekli ve kendisini Allah’a teslim eden bir kuldu. [9,114]
76 – “İbrâhim! Vazgeç sen bu işten.
İşte Rabbinin helâk emri gelip çattı ve hiç şüphe yok ki onlara, geri çeviremeyecekleri bir azap geliyor.”
77 – O elçilerimiz Lût’a gelince o fena halde sıkıldı, onların yüzünden göğsü daraldı ve:
“Gerçekten bu gün pek çetin bir gün!” dedi.
78 – Esasen kötü işler yapagelen halkı, kötü niyetle koşa koşa Lût’a geldiler,
Lût: “Ey halkım! dedi, işte kızlarım! Onlar sizin için nikâh akdi ile, daha temiz, şaibeden daha uzaktır.
Öyle ise Allah’tan korkun, emirlerini, çiğnemekten sakının da,
bari misafirlerimin yanında beni mahcup etmeyin! Yok mu içinizde aklı başında bir adam?” [26,165-166; 15,71-72]
Peygamber ümmetinin babası durumunda olduğundan halkının kızları hakkında böyle söylemiştir. Onları nikâhlayıp aile düzeni kurmalarını istemiştir. Aynı şeyi bizzat kendi kızları için de söylemiş olmasına mani yoktur.
79 – Şöyle dediler: “Sen de pek iyi bilirsin ki senin kızlarında hakkımız ve onlarla hiç bir alâkamız yoktur, onlarda gözümüz yoktur, ama sen bizim ne istediğimizi pekâla biliyorsun!”
80 – “Keşke” dedi, “size karşı yetecek bir gücüm olsaydı
veya pek sağlam bir kaleye dayansaydım!”
81 – Melekler: “Lût! dediler, Biz Allah’ın elçileri seninleyiz,
hiç merak etme, onlar size hiçbir kötülük yapamayacaklardır.
Haydi öyleyse, gecenin bir vaktinde ailenle yola çık, yürü!
Beraberindekilerin hiç biri geri dönüp bakmasın!
Yalnız eşin bunun dışındadır. Zira ötekilere ulaşan her türlü zillet, ona da gelecektir.
Onların helâk olma zamanı sabah vaktidir.
Sahi! Sabah da pek yakın değil mi?”
82-83 – Azap emrimiz gelince o ülkeyi alt üst ettik.
ve üzerlerine pişirilmiş balçıktan yapılıp istif edilmiş ve Rabbinin nezdinde damgalanmış taşlar yağdırdık.
Evet bu taşlar şimdiki zalimlerden de uzak değildir! [51,33]
Damgalanıp istif edilme kavramı, her taşın kime ve nereye isabet edeceğinin ezelde takdir edildiğini gösterir. Yoksa bunlara tesadüfî bir tabiat olayı olarak bakmak doğru değildir. Çünkü gerçekte tesadüf diye bir şey yoktur, âlemleri yaratan yüce kudretin tasarruf ve yönetimi vardır.
84 – Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. O da onlara:
“Ey halkım! dedi, yalnız Allah’a ibadet edin, çünkü sizin O’ndan başka tanrınız yoktur! Hem ölçü ve tartıyı eksik tutmayın!
Ben sizin bolluk içinde olduğunuzu görüyorum.
Ama böyle devam edecek olursanız, sizi azapla kuşatacak olan bir günden korkuyorum. [7,85-93]
Medyen, Hz. İbrâhim (a.s.)’ın bu ismi taşıyan oğlunun soyundan gelen bir toplum olup, Kızıldeniz’de Akabe körfezinin doğu tarafında otururlardı. Hz. Mûsâ, Şuayb (a.s.)’a hizmet etmiş ve onun damadı olmuştur. Şuayb (a.s.)’ın öğrettiklerine dikkat edilirse, zamanımız medeniyetinin genel ahlâk anlayışını özellikle ilgilendiren çok ibretler bulunur.
85 – Ey halkım! Ölçü ve tartıyı dengi dengine tam tutun,
halkın hakkını yemeyin
ve ülkede müfsitlik ederek fenalık yapmayın! [6,152; 7,85]
86 – Eğer mümin iseniz, Allah’ın helâlinden bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır.
Ben sadece sizin iyiliğinizi düşünerek öğüt veriyorum, yoksa sizin üzerinizde bir bekçi değilim.” [5,100]
87 – “Şuayb!” dediler, “atalarımızın taptıkları tanrılarımızı terketmeyi
yahut mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?
Aferin, amma da akıllı, uslu bir adamsın ha!”
Kâfirler, gerek kendilerini gerek bütün varlıkları yaratıp varlıkta tutan Allah’ın huzuruna namaz miracı ile çıkmanın zevkini tadamazlar. Dolayısıyla bu, kendilerine faydasız bir uğraş geldiğinden namaz kılanlarla alayı öteden beri âdet edinmişlerdir. Şuayb (a.s.)’ın toplumu hayata kavuşturan mesajlarını, doğrudan doğruya reddedemediklerinden, dolaylı yoldan onları geçersiz kılmak niyeti ile, bütün bunları onun kıldığı namaza bağlayarak akılları sıra değersiz göstermeye çalışmışlar, onun peygamberliği ile alay etmek kasdıyla, namazı ile alay etmişlerdir.
88 – Şuayb: “Ey halkım! dedi, ya ben Rabbimden gelen açık delile dayanıyorsam
ve O, kendi katından bana güzel bir nasip lütfetmişse?
O’na nankörlük etmem doğru olur mu?
Hem ben sizi birtakım şeylerden men ederken kendim onları işlemek istemiyorum ki!
İstediğim tek şey, gücüm yettiğince ortamı düzeltmektir.
Muvaffak olmam sadece Allah’ın yardımı ile olur. Onun için ben de yalnız O’na dayanıyorum, O’na yöneliyorum.
89 – Ey halkım! Bana muhalif olmanız sakın sizi Nuh halkının, yahut Hûd halkının, veyahut Semûd halkının başına gelen felaketler gibi bir musîbete uğratmasın.
Lût halkı ise zaman ve mekân bakımından zaten uzağınızda değil, bari onların başına gelen felaketten ibret alın!
90 – Rabbinizden af ve mağfiret dileyin, sonra günahlarınızdan tövbe edip O’na sığının! O sizi affeder ve korur. Çünkü Rabbim rahimdir, veduddur” (pek merhametlidir, kullarını çok sever). [85,14]
Bu âyette, bir Peygamberin ağzından Cenab-ı Allah vedûd olduğunu bildiriyor. İslâm’da Allah ile kul münasebetlerinde sevginin yerinin ne derece yüksek olduğunu, tek başına bu isim göstermeye yeter. Zira Allah’ın yaratıklarını çok seven ve onlar tarafından çok sevilen olduğunu bildirir. Kulların en ideal vazifeleri Rabbe ibadetleri olup ibadet, duyulan sevginin ifade edilmesinin en ileri şeklidir. Allah’ı çok seven, O’na daha çok ibadet eder. Bu sevgi gerçeğini ispatlayan daha nice âyet ve hadis varken, bunu görmezlikten gelen bir çok müsteşrikin bulunması oldukça tuhaftır.
91 – Halkı ise “Şuayb!” dediler, “söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz, kabul etmiyoruz.
Hem içimizde seni pek zayıf görüyoruz, eğer senin üç beş kişilik akraba grubunun hatırı olmasaydı seni taşa tutar linç ederdik.
Bizim nazarımızda senin hiç önemin yoktur.”
Anlamıyorlardı, çünkü kulak vermiyorlardı, dikkatle dinlemiyorlardı, vahiy ve nübüvvete önem vermiyorlardı. Bütün fena insanlar gibi onlar da başka insanları da kendileri gibi kötü zannettiklerinden, şahsî çıkarlar peşinde koşmayan ihlâslı insanlar olacağını düşünemiyorlardı. Bu güzel insanların yaptıkları değerli hizmetlerin arkasında gizli niyetler, art düşünceler aramaya çalışıyorlardı.
92 – Şuayb: “Ey halkım! Demek akrabam sizin nazarınızda Allah Teâlâdan daha mı kıymetli ki siz O’nun buyruklarını arkanıza atıverdiniz.
Ama şunu hiç unutmayın ki Rabbim, yaptığınız bütün şeyleri ihata etmekte ve bilmektedir.
93 – Ey halkım! Siz vargücünüzle elinizden geleni yapın, ben de vazifemi yapıyorum.
Zelil ve perişan eden azabın kime geleceğini ve asıl yalancının kim olduğunu yakında bilip öğreneceksiniz!
Gelecek azabı gözleyip bekleyin, ben de gözlüyorum!”
94-95 – Azap emrimiz gelince, tarafımızdan bir lütuf olarak Şuayb ve beraberindeki müminleri o azaptan kurtardık.
Zulmedenleri ise o korkunç ses bastırıverdi de diyarlarında çökekaldılar.
Sanki hiç orada yaşamamış gibi oldular…
Evet, Semûd halkı defolup gittiği gibi Medyen halkı da defoldu gitti!
96-97 – Mûsâ’yı da âyetlerimizle ve özellikle pek âşikâr bir delil ile,
Firavun’a ve ileri gelen yardımcılarına Peygamber olarak gönderdik.
Ama adamlar tuttular Firavun’un emrine tâbi oldular.
Oysa Firavun’un emri tutarlı ve doğru bir emir değildi. [3,128; 7,60; 73,16; 79,21-26]
98 – O, kıyamet günü halkının önüne düşecek, onları ateşe götürecektir. Varacakları o yer ne fena bir yerdir! [7,38; 33,67]
99 – Bu dünyada da, kıyamet gününde de lânetle kovalandılar. Peşlerindeki destek, ne kötü bir destek! [28,42; 40,46]
100 – İşte sana bildirdiğimiz bu haberler, helâk olmuş diyarların haberleri!
Onların kiminin izleri hâlâ dururken, kimi biçilmiş ekin gibi yok olmuştur.
101 – Biz onlara zulmetmedik, asıl onlar kendi kendilerine zulmettiler.
Rabbinin azap emri gelince Allah’tan başka taptıkları tanrılar kendilerine hiçbir fayda vermedi.
Hatta onların ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı.
102 – Halkı zalim olan ülkeleri cezaya çarptırdığı zaman Rabbinin çarpması işte böyle olur!
Şüphesiz ki O’nun çarpması pek acı, pek çetindir!
103 – Bu anlatılan olaylarda, âhiret azabından korkanlar için elbette ibret verici bir ders vardır.
O gün, bütün insanların bir araya toplandığı mahşer günü olacaktır.
O gün bütün gök ve yer ehlinin tanık olacağı gündür! [40,51; 14,13-14; 18,47]
104 – Biz o günü ancak belirli bir müddete kadar erteleriz.
Dünyanın ömrü sınırsız ve sonsuz olarak devam edip gitmeyecektir. O aslında, günleri sayılı az bir süredir.
105 – O gün gelince, Allah’ın izni olmaksızın hiç kimse konuşamaz.
Artık onlardan kimi bedbaht, kimi mutludur. [78,38; 20,108; 42,7]
106 – Bedbahtlar cehenneme atılacaklar.
Çektikleri azabın dehşetinden, devamlı surette hıçkırıp canları çıkasıya feryad edecekler.
107 – Senin Rabbinin dilemesi hariç, gökler ve yer durdukça, orada ebedî kalacaklardır. Çünkü Rabbin dilediğini yapar. [6,128; 14,48]
Maksat: “gün gelecek, yer başka bir yere gökler de başka göklere çevrilecek” [14,48] âyetinde bildirilen ebedi âhiret gökleri ve yerleridir (F. Razî, E.Yazır).
Bu âyette cehennemliklerin cezası hakkında “Rabbin dilediğini yapar”, 108. âyette cennetlikler hakkında ise “kesintisi olmayan ihsan” buyurulmasından bazı âlimler cennetin ebedî, cehennem azabının ise sonlu olacağı neticesini çıkarmak istemişlerdir. Rabbü’l-âlemin ne dilerse onu yapar, kimse o’nun iradesini sınırlayamaz. Fakat O, genellikle, âhiret âleminin devamını ve o devam süresinde de azgınların ateşte ebedî kalmalarını dilediğini bildirmiştir.
108 – Mutlu olanlar ise cennettedirler.
Senin Rabbinin dilemesi hariç gökler ve yer durdukça orada ebedî kalacaklardır.
Kesintisi olmayan bir ihsan içinde olacaklardır.
109 – Artık o müşriklerin taptıkları şeylerin kendilerini ne feci âkıbete sürükleyeceğinden hiç şüphen olmasın!
Daha önce ataları nasıl tapınıyor idiyse bunlar da onları taklid ederek öylece tapınıyorlar. Biz de elbet müstehakları ne ise, eksiksiz tam tamına vereceğiz.
110 – Mûsâ’ya Tevrat’ı verdik. Kur’ân hakkında senin halkının yaptığı gibi onun hakkında da ihtilâf edip kimi iman, kimi inkâr etti.
Şayet Rabbinin, insanlara mühlet verme vaadi olmasaydı, elbette haklarında nihâi hüküm verilmiş, iş bitirilmiş olurdu.
Bu gerçeğe rağmen, senin halkın hâlâ, Kur’ân’dan ve azaptan yana derin bir tereddüt ve şüphe içindedir. [10,19; 17,15; 20,129-130; 6,156]
Meal, Nesefî’nin yaptığı isabetli ve güzel tefsire göre verilmiş, böylece konular arasında ilişki kurulmuştur.
111 – Hiç şüphe yok ki Rabbin herkesin işlerinin karşılığını tam tamına ödeyecektir. Çünkü O, onların bütün yaptıklarından haberdardır.
112 – Öyleyse ey Resulüm, sen beraberinde olup tövbe edenlerle birlikte, sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et!
Aşırı gitmeyin! Çünkü O, yaptığınız her şeyi görmekte olup işlerinizin karşılığını da size verecektir.
Bu âyetle ilgili olarak Hz. Peygamber (a.s.): “Hûd Sûresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı.” buyurmuştur. Kurtuluş doğruluktadır. Hedefe ulaşmanın en kısa yolu doğruluktur. Böyle olmakla beraber herhangi bir işte doğrunun hangi çizgide olduğunu tayin etmek bazan çok zordur. Ayrıca çeşitli noktalardan ilgisini kesip sarsılmadan dosdoğru olan o çizgi üzerinde yürüyebilmek daha zordur ve yine, istenilen hedefe ulaştıktan sonra, doğruluk üzere sebat etmek büsbütün zordur. İşte Efendimizi ihtiyarlatan, kendisinden ziyade, ümmetinin istikameti koruyup koruyamama endişesidir.
113 – Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın! Yoksa size ateş dokunur.
Aslında sizin Allah’tan başka yardımcınız yoktur. Sonra O’ndan da yardım görmezsiniz.
114 – Gündüzün iki tarafında, gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl!
Zira böyle güzel işler, insandan uzak olmayan günahları silip giderir.
Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır. [3,113; 20,130]
115 – Sabret, zira Allah iyi davrananların mükâfatını zayi etmez.
116 – Keşke sizden önceki nesiller içinde, dünyada düzensizliği ve haksızlığı önleyecek faziletli kimseler bulunsaydı! Onların içinden kurtardırdığımız pek az bir kısım bunu yaptı. Zalimler ise içinde bulundukları refahın peşine düştüler. Doğrusu onlar suçlu kimselerdi.
Bu âyet, iyiliği yayıp kötülüğü önlemeye çalışmanın lüzumunu belirtmektedir. Âyetten anlaşılan diğer bir husus şudur: Eğer bir toplumda, iyilik için çalışanlar yeterli sayıda iseler, genel azap, bir fırsat tanımak için bir süre ertelenir. Eğer toplum, salihlere hakka hizmet için izin vermiyorsa, o toplum helâkini hazırlamış demektir.
117 – Rabbin, halkı dürüst hareket eden, hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini düzeltmeye çalışan diyarları, haksız yere asla helâk etmez. [43,76]
118-119 – Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları hakta ittifak eden bir tek ümmet yapardı.
Fakat O bunu irade etmediğinden ittifak etmemişlerdir
ve işte böylece ihtilaf eder vaziyette devam edeceklerdir.
Ancak Rabbinin lütfederek hakta birleşmeyi nasib ettiği kimseler bunun dışındadır. Esasen O, insanları bunun için yaratmıştır.
Böylece, Rabbinin “Ben cehennemi, bütün cin ve insanlardan müstehak olanlarla dolduracağım.” sözü gerçekleşecektir. [11,99; 32,13; 51, 56]
“ve li zâlike halekahum” cümlesi şu iki tefsire elverişlidir. Birincisi: Allah Teâlâ farklı olmalarını dilemiştir, onları neticede ihtilafa düşmüş olacakları bir şekilde var etmiştir. (Buna göre lâm, âkıbet ifade eder). İkincisi: Zamiri, en yakın mezkûrla irtibatlandırıp, Allah onları bu merhametine nail kılmak gayesiyle yaratmıştır. Bu âyet, mukadder bir soruya cevaptır. Hemen önceki kısımla ilgili olarak insan: “Neden yeterli sayıda salih insanlar yaratılmıyor?” gibi sorular soracak olursa Allah, hikmeti ile insanlara tercih hakkı verip sonuçlarına katlanma imkânını verdiğini bildirmektedir.
120 – Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini takviye edecek her şeyi sana anlatıyoruz.
Bu sûrede de sana hak ve gerçek, müminlere de bir öğüt ve talimat gelmiştir.
121-122 – İman etmeyenlere de de ki: “Siz yerinizde sayarak elinizden geleni yapın, ama biz de çalışacağız, gerekeni yapacağız!
Siz bizim için felaket gözleyin bakalım, biz de eski ümmetlerin başına gelen felaketlerin size gelmesini gözleyip bekliyoruz.
123 – Bununla beraber, göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur.
Bütün işler, hükmetmesi için O’na götürülür.
Öyleyse sen yalnız O’na ibadet et, yalnız O’na dayan, O’na güven!
Rabbin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.