3. 618 dəfə oxunub ,   0 şərh   Çap et

227 âyettir. Mekkî olup son dört âyeti Medine’de inmiştir. 224. âyette şairlerden bahsolunup Kur’ân’ın bir şair eseri olduğunu iddia eden muhalifler reddolunup, bununla beraber şairlerin makbul kısmının da bulunduğu kabul edilir. Bu yön üzerinde durularak sûreye Şuâra adı verilmiştir. Hz. Peygamberi takviye için Hz. Mûsa, Hz. İbrahim, Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Lût, Hz. Şuayb (aleyhimü’s-selâm) gibi peygamberlerin tebliğleri nakledilir. Bunlar A’raf sûresinde daha tafsilatlı geçen kıssalardır. Yalnız orada tarihî sıraya göre anılırlarken burada hikmet ve ibret icabı sıra değiştirilir. Böylece Kur’ân’ın, bazen kasden tarihî gaye değil, dinî gaye gözettiğine dikkat çekilmiş olur.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

1 – Tâ Sîn Mîm

2 – Şunlar gerçekleri açıklayan kitabın âyetleridir.

Mübin: Açık, gerçekleri açıklayan, Allah’tan geldiği âşikâr ve kesin, hak ile batılı kesin olarak birbirinden ayıran anlamına gelir.

3 – Onlar iman etmiyor diye üzüntüden nerdeyse kendini yiyip tüketeceksin. [35,8; 18,6]

4 – Eğer dileseydik onlara gökten öyle bir mûcize indirirdik ki, onun karşısında ister istemez boyun bükerlerdi.

Allah dileseydi İnkâr edenlerin, imana girmelerini gerektirecek mûcizeler gösterirdi. Fakat O’nun hikmeti, insana verdiği akıl, irade gibi kabiliyetlere göre insanlık şahsiyetine yaraşan bir hürriyet vermeyi dilemiştir. Allah insanın, gerek tekvinî kainat kitabına, gerek tenzilî kitabına yerleştirdiği âyetleri inceleyerek hidâyeti kabul etmesini beklemektedir. İnsan bu imtihan dünyasında gerçeğe yönelmekle gelişme ve yükselme imkânı bulmaktadır.

5 – (Fakat Biz bunu istemedik.) O sebeple, ne zaman onlara Rahman’dan yeni bir bildiri gelse, mutlaka ona arkalarını dönüp uzaklaşırlar. [12,103; 36,30; 23,44]

6 – Nitekim işte bu bildiriyi de yalan saydılar, ama alay edip durdukları Kur’ân’ın bildirdiği olaylar, yakında başlarına gelince, alay etmenin ne demek olduğunu anlayacaklardır.

7 – Peki bunlar yeryüzüne, orada her güzel çiftten nice nebatlar yetiştirdiğimize hiç bakmıyorlar mı?

Aynı su ile sulanan, aynı toprakta binlerce çeşit ürünün yetişmesine dikkat edip, tesadüfe en ufak bir yer olmadığını bilmek gerekir.

8 – Elbette bunda alınacak ibret vardır; fakat onların ekserisi ibret alıp da iman etmezler.

9 – Ama senin Rabbin azîz ve rahîmdir (mutlak galiptir, geniş merhamet sahibidir). [10,74]

10, 11 – Bir vakit de Rabbin Mûsâ’ya: “Haydi! o zulme batmış olan topluma, yani Firavun’un halkına gidip, “hakkı inkârdan ve azgınlıktan sakınma zamanı gelmedi mi? de!” diye nida etti. [20,47]

Hz. Mûsâ (a.s.)’ın durumu Hz. Muhammed (a.s.)’ın durumundan daha çetin idi. Zira o Firavun’un köleleştirdiği bir millete mensup idi. Hz. Mûsâ Firavun’un sarayında büyütülmüştü. Dünyanın en güçlü bir hükümdarını hakka dâvet etmekle görevli idi. Hz. Peygamber ise muhataplarına göre eşit konumda olup, Kureyş’in dünyevî güçleri, Firavun sultanlığı ile kıyas bile edilemezdi. İşte bu kıssa ile Kur’ân Kureyş’e ve herkese şu dersi vermek istiyor: “O zor şartlarda bile hak din galip geldi. Mekke kâfirlerinin bu dâveti engellemesi mümkün değildir.”

12-13 – “Ya Rabbî” dedi, “Korkarım ki beni yalancı sayarlar, benim de göğsüm daralır, dilim tutulur. Onun için Harun’a da risalet ver!” [28,34; 20,29]

14 – “Hem sonra onların benim aleyhimde bir suçlamaları da var. Bundan ötürü beni öldürmelerinden endişe ediyorum.” [28,15]

15 – “Hayır!” buyurdu, “Benim âyetlerimle gidin, Biz de sizinle beraberiz, olup bitenleri işitiriz.” [28,35; 20,46]

16-17 – Gidin o Firavun’a: “Biz Rabbülâlemin tarafından sana gönderilen elçileriz, O’ndan sana talimat getirdik: İsrailoğullarını serbest bırakacaksın, bizimle gelecekler!” deyin. [20,46]

Hz. Mûsâ ile Harun’un başlıca iki görevleri vardı. 1. Firavun’u ve halkını yalnız Allah’a kulluğa çağırmak. 2. İsrailoğullarını, Firavun’un esaretinden kurtarmak. Kur’ân bazen her ikisinden (Naziat sûresinde), bazen birinden bahseder.

18 – “A!” dedi, “Sen şu bebekken alıp yanımızda büyüttüğümüz çocuk değil misin? Sonra da bizim sarayımızda senelerce kalmış, ömrünün bir kısmını bizimle geçirmiştin?”

19 – “Sonunda da bildiğin o işi yapmıştın. Sen doğrusu nankörün tekisin!”

20 – “Ben” dedi, “yanlışlıkla, sonunda ne olacağını bilmeksizin, şaşkın bir vaziyette o işi yapmıştım.”

21 – “Sizden korktuğum için de kaçmıştım. Ama Rabbim bana hüküm ve hikmet verdi ve beni peygamberler arasına dahil etti.” [28,21; 6,89; 45,16]

22 – “O başıma kaktığın iyilik ise, İsrailoğulları­nı köleleştirmenin bir sonucu değil miydi?”

23 – Firavun: “Sahi, şu bahsettiğin Rabbülâle­min de ne?” dedi. [28,38; 43,51-52]

Firavun, Rabbülâlemin’in mahiyetini soruyor. Bir şeyin mahiyeti ise, benzerleri ile ortak olduğu genel gerçektir. “Onun türü veya cinsi nedir?” diye sormuş oluyor. Allah Teâlanın benzeri olmadığından Hz. Mûsâ (a.s.) cevabında üslub-i hakîm tarzını seçip, yalnız, Rabbülâlemin’in ismini kavram mânasıyla düşündürmek üzere, âlemini tefsir ederek “göklerin ve yerin Rabbi” diyor.

24 – “Eğer işin gerçeğini bilmek isterseniz söyleyeyim: O, göklerin, yerin ve ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir.”

25 – Firavun alaycı bir şekilde çevresindekilere: “Bu adamın dediklerini işittiniz değil mi? (Aklısıra cevap veriyor!)”

26 – Mûsâ onu hiç duymamış gibi sözüne devam ederek: “O sizin de, sizden önceki babalarınızın da Rabbidir.”

27 – Firavun: “Dikkat edin! Size gönderilen bu elçi kesinlikle bir deli!”

28 – Mûsâ: “O doğunun da, batının da, doğu ile batı arasındaki her şeyin de Rabbidir. Aklınız varsa bunu anlarsınız!” [2,258]

29 – Firavun, Mûsâ’ya cevaben: “Eğer benden başka tanrı kabul edersen mutlaka seni zindanlık ederim!” dedi. [7,127; 79,24; 28,38]

30 – “Ya” dedi, “sana doğruluğumu ispatlayan âşikâr bir delil getirmiş olsam da mı?”

31 – “Haydi, dedi, doğru söylüyorsan, göster o belgeni de görelim!”

32 – Bunun üzerine Mûsa asâsını yere attı. Bir de ne görsünler: Değnek her haliyle tam bir ejderha oluvermiş! [27,12; 28,32]

33 – Bir de elini koynundan çıkardı ki bakanların gözlerini kamaştıracak kadar parlak mı parlak! [27,12; 28,32]

34 – Firavun etrafındakilere: “Bu adam, dedi, galiba usta bir sihirbaz!”

35 – “Büyü gücü ile sizi yerinizden yurdunuzdan çıkarmak istiyor, ne buyurursunuz, görüşünüzü bildirin!” [7,110]

36-37 – “Bunu ve kardeşini biraz burada beklet, bütün şehirlere haber gönder, sonra ne kadar usta sihirbaz varsa alıp gelsinler!” dediler.

38 – Böylece belirlenen günde bütün usta büyücüler toplandı.

39-40 – Halka da: “Haydi ne duruyorsunuz, siz de toplansanıza!”

“Umarız büyücüler galip gelirler, biz de onla­rın din­lerine tâbi oluruz!” denildi.

Bu büyücüler, büyünün önemli bir rol oyna­dığı Amon kültünün resmî rahipleriydiler. Dolayısıyla, onların Hz. Mûsâ’ya galebe çalmaları devlet dininin halkın gözünde önemini pekiştirecekti. Onların ana gayeleri, Mûsâ’ya tâbi olmama idi. Yoksa gerçekte sihirbazların dinlerine de tâbi olma gayeleri yoktu. Büyücülere moral vermek ve onları tam gayrete getirmek için: “Haydi görelim sizi! Galip gelin de biz de sizin dininize girelim” diye teşcî ediyorlardı. Bu sözü kinaye kabilinden söylemişlerdi.

41 – Büyücüler Firavunun huzuruna varınca ona:

“Biz galip gelirsek, elbet bize büyük bir ödül verilir herhâlde!” dediler.

42 – “Evet, evet! dedi, Üstelik, sizi yakın çevreme alacağım, benim gözdelerimden olacaksınız.”

43 – Yarışma başlayınca Mûsa: “Önce siz marifetinizi ortaya koyun, ne atacaksanız atın!” dedi.

44 – İplerini ve değneklerini yere attılar ve:

“Firavun’un izzetine yemin ederiz ki galip gelen biz olacağız” dediler.

45 – Derken Mûsâ da değneğini yere attı;

bir de ne görsünler:

O, büyücülerin göz boyayarak uydurup ortaya koydukları şeyleri yutuveriyor!

46 – Bunu gören sihirbazlar derhal secdeye kapandılar.

47-48 – “Rabbülâlemin’e, Mûsâ ile Harun’un Rabbine biz de iman ettik.” dediler. [17,81; 21, 18; 20,65-66; 7,116-122]

49 – Firavun: “Demek ben size izin vermeden ona inandınız ha!

Anlaşıldı: Size büyüyü öğreten ustanız oymuş!

Size yapacağımı da yakında öğreneceksiniz.

Farklı yönlerden olmak üzere el ve ayaklarınızı kesecek ve hepinizi asacağım!”

50 – “Hiç önemi yok!” dediler, “Biz zaten Rabbimize döneceğiz!”

51 – “İman edenlerin öncüleri olduğumuzdan ötürü umarız ki Rabbimiz günahlarımızı affeder.”

52 – Mûsâ’ya da: “Mümin kullarımı geceden yola çıkar; zira siz mutlaka takip edileceksiniz!” diye vahyettik.

53 – Firavun ise onları takip etmek gayesiyle, bütün şehirlere asker toplamak üzere görevliler çıkardı.

54 – “Esasen bunlar çok küçük, sefil bir gruptur.”

55 – “Fakat bize karşı kızgın olup diş bilemektedirler.

56 – “Biz de elbette uyanık, tedbirli bir topluluğuz” diyordu.

57-58 – Ama neticede Biz onları bahçelerinden ve pınarlarından,

hazinelerinden, servetlerinden

ve kendilerince çok değerli makam ve mevkilerinden çıkardık.

59 – Bu olay böylece tamamlandı.

Bahsedilen bütün o nimetlere İsrailoğullarını mirasçı yaptık. [7,137; 28,5]

Bu ara cümle 7,137’de atıfta bulunulan, İsrailoğullarının Mısır’daki sefalet günlerinden sonra Filistin’de kavuşacakları bolluk ve ikbal günlerine işaret etmektedir.

60 – (Takip kıssasına dönelim) Güneş doğup ortalığı aydınlatırken Firavun’un ordusu onları takibe koyuldu. [44,24]

61 – İki topluluk birbirini görecek kadar yaklaşınca Mûsâ’nın arkadaşları: “Eyvah! Bize yetiştiler!” dediler.

62 – “Hayır, asla!” dedi, “Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir!”

63 – Biz Mûsâ’ya: “Asânı denize vur!” diye vahyettik.

Vurur vurmaz deniz yarıldı, öyle ki birer koridor gibi açılan yolun iki yanında sular büyük dağlar gibi yükseldi. [20,77]

64-66 – Ötekileri (Firavun’un ordusunu da) oraya yaklaştırdık. Mûsâ’yı ve beraberinde olan herkesi kurtardık. Öbürlerini ise suda boğduk.

67 – Elbette bunda alınacak ibret vardır, fakat onların ekserisi ibret alıp da iman etmezler.

68 – Ama Senin Rabbin aziz ve rahimdir (mutlak galiptir, geniş merhamet sahibidir).

69 – Onlara İbrahim’in başından geçenleri de anlat.

70 – Günün birinde o, babasına ve halkına hitaben: “Söyler misiniz: siz nelere ibadet ediyorsunuz?” dedi.

71 – Onlar da: “Bir takım putlara ibadet ediyoruz.” dediler ve ilave ettiler: “Onlara tapmaya da devam edeceğiz!”

72-73 – “Peki” dedi, “Siz kendilerine dua ettiğinizde onlar sizi işitiyorlar mı?

Yahut taptığınızda size fayda veya tapmadığınızda size zarar verebiliyorlar mı?

74 – “Yook!” dediler, “ama atalarımızı böyle bir uygulama içinde bulduk, biz de onu benimsedik.”

75-76 – İbrahim dedi ki: “Peki, gerek sizin taptığınız, gerek gelip geçmiş babalarınızın taptığı şeyler hakkında biraz olsun düşünmediniz mi?

77 – Bilin ki ibadet ettiğiniz o tanrılar, Rabbülâlemin hariç, hepsi benim düşmanlarımdır. [10,71; 11,54-56; 6,81; 43,26]

Kur’ân’ın, Hz. İbrâhim (a.s.)’ın tevhid inancına fazla yer vermesinin hikmeti şudur: Araplar, Hz. İbrâhim’in dinine mensup olmakla öğünüyorlardı. Öte yandan Yahudi ve Hıristiyanlar da onun, dinlerinin öncüsü olduğunu ileri sürüyorlardı. Kur’ân bütün onlara şunu vurgulamak istiyordu ki: Hz. İbrâhim’in dini, şimdi Hz. Muhammed (a.s.)’ın size bildirdiği İslâm dinidir. O bu inanç içindir ki ailesini, vatanını ve milletini ter kedip gâh Filistin’de, gâh Hicaz’da, gâh Mısır’da sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmıştı.

78 – O’dur beni yaratan ve hayat imkânlarını veren, maddeten ve mânen yol gösteren.

79 – O’dur beni doyuran, O’dur beni içiren.

80 – Hastalandığımda O’dur bana şifa veren.

81 – O’dur beni öldürecek ve sonra da diriltecek olan.

Allah insanı yaratıp kendi haline bırakmamıştır. Onun vücudunu devamlı surette geliştirme, her türlü ihtiyaçlarını karşılama, ona zarar verecek binlerce tehlikeden koruma işlerini de uhdesine almıştır. Yüce Yaratıcı bunu öyle bir sisteme bağlamıştır ki insanın bu kadar ilerleyen bilgi ve tecrübeleri, bu sistemi güzelce farketmekle beraber lâyıkıyla kavrayamamaktadır.

82 – Büyük hesap günü günahlarımı bağışlayacağını umduğum ulu Rabbim de yine O’dur. [4,48]

83 – Ya Rabbî! Bana hikmet ver ve beni hayırlı kulların arasına dahil eyle! [26,21; 2,130]

84 – Gelecek nesiller içinde iyi nam bırakmayı, hayırla anılmayı nasib eyle bana. [37,108; 2,129]

85 – Naim cennetlerine vâris olanlardan eyle beni ya Rabbî. [23,10]

86 – Babamı da affet, (ona tövbe ve iman nasib et!). Zira o yolunu şaşıranlar arasında. [19,47; 9,114; 60,4]

87 – İnsanların diriltilip bir araya toplandığı mahşer günü rüsvay eyleme beni ya Rabbî!

88 – O gün ki ne mal, ne mülk, ne evlat insana fayda eder. [6,94; 23,101; 18,46]

89 – O gün insana fayda sağlayan tek şey, Allah’a temiz bir kâlple gelmesi olur.

90 – O gün cennet müttakilere yaklaştırılır. [15,45]

91 – O gün cehennem azgınlara gösterilir. [21,98]

92-93 – Ve onlara: “Nerede o, Allah’tan başka taptıklarınız?

Size yardım edebiliyorlar mı, kendilerini olsun kurtarabiliyorlar mı?” denilir.

94-95 – Arkasından onlar da, o azgınlar da ve topyekûn İblis ordusu da cehenneme fırlatılır.

96-102 – Orada putlarıyla çekişirken şöyle derler “Vallahi de, tallahi de biz besbelli bir sapıklık içinde imişiz!”

“Çünkü biz sizi Rabbülâlemin ile bir tutuyorduk. Ama bizi saptıranlar da, o mücrimler oldu.

“Şimdi artık ne şefaatçimiz var bizim, ne candan bir dostumuz!”

“Ah! Ne olurdu, imkân olsa da dünyaya bir dönsek ve müminlerden olsaydık!” [36,56; 40,47; 7,53; 38,64]

Siyaktan iyice anlaşıldığı üzere âyet, kâfirler lehindeki şefaati reddetmektedir. Yoksa müminler hakkındaki şefaati inkâr edenlerin bu âyeti ileri sürmeleri geçersizdir.

103 – Elbette bunda alınacak ibret vardır; fakat onların ekserisi ibret alıp da iman etmezler.

104 – Ama senin Rabbin aziz ve rahîmdir (mutlak galiptir, geniş merhamet sahibidir).

105 – Nûh’un halkı da gönderilen resulleri yalancı saydı. [36,14; 7,59-84]

106 – Kardeşleri Nûh onlara şöyle demişti: “Hâlâ inkâr ve isyandan sakınmayacak mısınız?

107 – Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.

108 – Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin!

109 – Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbülâlemîn’dir.

110 – Haydi öyleyse! Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin!.”

111 – “A!” dediler, “Seni izleyenlerin, toplumun en aşağı tabakasından olduklarını göre göre sana inanmamızı nasıl beklersin?” [6,52-53; 80,5-12]

112-113 – Nûh: “Onların daha önce ne yaptıkları hakkında bilgim yoktur.

Sizin azıcık bir şuurunuz olsaydı bilirdiniz ki onların hesabı ancak Rabbime aittir,

114-115 – Ben iman edenleri asla kovamam. Ben sadece açıkça uyaran bir elçiyim dedi.”

116 – Onlar: “Nûh! Bizi dinle! Eğer bu dâvadan vazgeçmezsen, mutlaka taşa tutulacaksın!” dediler.

Mercûm’un iki anlamı olabilir: 1. Taşlanmış, recm edilmiş. 2. Her taraftan azarlanmış, lânetlenmiş. Burada her iki mâna da geçerlidir.

117-118 – Nûh: “Ya Rabbî, dedi, halkım beni yalancı saydı.

Artık benimle onlar arasındaki hükmünü Sen ver, beni ve beraberimdeki müminleri Sen kurtar ya Rabbî!” [54,10-14]

119 – Hülasa, Biz de onu ve yanındakileri o yükle dolu gemi içinde kurtardık.

120 – Arkasından geride kalanları da suda boğduk.

121 – Elbette bunda alınacak ibret var,

fakat onların ekserisi ders alıp da iman etmezler.

122 – Ama Senin Rabbin aziz ve rahîmdir (mutlak galiptir, geniş merhamet sahibidir).

123 – Âd halkı da resulleri yalancı saydı.

124-127 – Kardeşleri Hûd onlara şöyle dedi: “Hâlâ inkâr ve isyandan sakınmayacak mısınız?

Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.

Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin! Bu hizmetten ötürü sizden hiç bir ücret istemiyorum.

Benim ücretimi verecek olan ancak Rabbülâlemin’dir. [25,4-5; 16,24]

128-130 – Siz her yol üzerinde, gelip geçenleri şaşırtmak için bir alamet yapıp

saçma sapan şeylerle mi uğraşırsınız?

O muazzam yapıları dünyada ebedî kalmak gayesiyle mi inşa ediyorsunuz?

Başkalarının hukukuna karşı hiç sınır tanımadan hep böyle zorbalık mı yapacaksınız? [89,6-7; 53,50; 41,15; 46,25; 69,7]

Hz. Hud o binaların sadece plan, sayı ve ihtişamlarına değil, aynı zamanda bu israflı yapıların o milletin ahlâk, kültür ve medeniyeti üzerindeki yakın etkilerine de itiraz etmiş oluyordu.

131-135 – Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin!

Size bildiğiniz bunca nimetleri veren,

size davarlar ve evlatlar ihsan eden,

bağ ve bahçeler, pınarlar lütfeden o Rabbinize karşı gelmekten sakının!

Müthiş bir günün azabının tepenize ineceğinden, gerçekten endişe ediyorum!”

136-138 – “Sen” dediler, “Ha böyle nasihat etmiş, ha etmemişsin, bize göre hepsi bir!

Bizim tuttuğumuz yol, önceki atalarımızın sürüp gelen âdetlerinden başka bir şey değildir.

Biz bundan ötürü de cezalandırılacak değiliz!” [11,53]

139 – Neticede onu yalancı saydılar, Biz de onları imha ettik.

Elbette bunda, alınacak ibret var,

fakat onların ekserisi ibret alıp da iman etmezler.

140 – Ama Senin Rabbin aziz ve rahimdir (mutlak galiptir, geniş merhamet sahibidir). [7, 73; 11,61-68; 15,80; 27,45]

141 – Semud halkı da resulleri yalancı saydı.

142-145 – Kardeşleri Salih onlara şöyle dedi: “Hâlâ inkâr ve isyandan sakınmayacak mısınız?

Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.

Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin!

Bu hizmetten dolayı sizden hiçbir ücret istemiyorum.

Benim ücretimi verecek olan ancak Rabbülâlemin’dir.

146 – Siz burada, konfor ve güven içinde kendi rahatınıza bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?

147-148 – Bağlarda, bahçelerde, pınarların başında, ekinler, bostanlar, dalları kırılacak derecede yüklü salkımları sarkan hurmalıklar içinde

devamlı kalacağınızı mı sanıyorsunuz?

149 – Böyle düşündüğünüz için mi dağlarda ince bir sanat eseri lüks villalar yontuyorsunuz?

Hicazın kuzeyinde Medine ile Tebük civarında Hicr dağının batı yamaçlarında Semudluların kayalara oydukları mesken ve mezarlara dikkat çekilmektedir. Bu yapılar, yüksek bir uygarlık ve dünyevî kudrete işaret eden ince bir zevk ve büyük emek ürünüdürler. Kalıntıları bu gün de görülebilir durumda olan birtakım hayvan figürleri ve kitabelerle süslü bu yapılar, konuşulan Arapçada Medayin Salih diye adlandırılır.

150-152 – Artık Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin!

Sakın işi gücü dünyada fesat çıkarıp nizamı bozmak olan,

düzeltme için ise hiç bir gayretleri bulunmayan o haddi aşanların isteklerine uymayın!

153-154 – “Sen” dediler, “bir sihirin etkisine kapılmışlardan birisin!

Hem bize hiçbir üstünlüğün yok, bizim gibi bir insansın.

Yok eğer böyle değil de, iddianda doğru isen mûcize göster bize!”

155-156 – Salih: “İşte mûcize, şu dişi deve!

Nöbetleşe olarak, kuyudan bir onun içme sırası, belirli günde de sizin içme sıranız olsun.

Sakın ona kötülük edeyim demeyin, yoksa sizi müthiş bir günün azabı bastırıverir.” dedi.

157 – Derken, deveyi boğazladılar, ama çok geçmeden yaptıklarına pişman oldular.

158 – Çünkü bildirilen azap onları bastırıverdi.

Elbette bunda alınacak ibret vardı. Fakat onların ekserisi ibret alıp da iman etmezler.

Semud halkından günümüze ulaşan tarihî kalıntılar vardır. Hicr denilen bölgede (Medine ile Tebük arasında) yer alan bu kalıntılar arasında bir de kuyu vardır. Bu kuyu Osmanlı Devletinden kalan bir askerî karakol içinde olup, Hz. Salih’in mûcizevî devesinin su içtiği kuyu olduğu bildirilmektedir. Harabelerden, müthiş zelzelenin 500 x 200 km. çapında bir kısmı etkilediği anlaşılmaktadır (Tefhim). Hicr’deki kalıntıların benzerleri Ürdün’de Petra bölgesinde de vardır. Bazı şarkiyatçılar Kur’ân hakkında şüphe uyandırmak için Hicr’deki binaların Semud’a değil, Nabatlılara ait olduğunu iddia ederler. Halbuki Nabatlılar, Semud halkından öğrenip bu san’atı mükemmel duruma ulaştırmış olabilirler.

159 – Ama senin Rabbin aziz ve rahîmdir (mutlak galiptir, geniş merhamet sahibidir).

160 – Lût halkı da elçileri yalancı saydı.

161-164 – Kardeşleri Lût onlara şöyle dedi: “Hâlâ inkâr ve isyandan sakınmayacak mısınız?

Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.

Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin!

Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum.

Benim ücretimi verecek olan ancak Rabbülalemindir. [11,74-83; 15,57-77; 29,28-35]

165-166 – Neden siz bütün insanlardan sadece erkeklere şehvetle varıyorsunuz?

Neden Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıp da bu işi yapıyorsunuz?

Siz hakikaten iyice azmış bir toplumsunuz!”

[7,80-84]

167 – “Bizi dinle Lût!” dediler, “Bu söylediklerine son vermezsen mutlaka yurt dışına sürüleceksin! [7,82]

168-169 – “Ben” dedi, “Sizin yaptığınız bu işten nefret ediyorum.

“Beni ve bana tâbi olanları, onların yaptıkları kötülüğün cezasından

ve onların her türlü şerrinden Sen kurtar ya Rabbi!”

170 – Biz de onu ve ona uyanları tamamen kurtardık.

171 – Yalnız bir koca karı geride kalıp helâk edilenler arasında oldu.

172 – Sonra geridekileri hep imhâ ettik.

Lut halkının başına inen azap Tevrat’ta ve antik dönemden kalan eserlerde de yer alır. Ayrıca, bazı tarihî ve arkeolojik araştırmalar da olayı tesbit etmektedir. Olay Lût Gölü (Ölü Deniz) civarında, m. ö. yaklaşık 1900 sıralarında vaki olmuştur. Bu vadide Lût kavminin yaşadığı Sodom şehrinin yanısıra Gomore, Adma, Zebuyem kentleri de vardı.

173 – Üzerlerine öyle helâk eden bir yağmur yağdırdık ki sorma!

Uyarılanların başına yağan musîbet ne fena idi!

174 – Elbette bunda alınacak ibret vardır. Fakat onların ekserisi ibret alıp da iman etmezler.

175 – Ama senin Rabbin aziz ve rahîmdir (mutlak galiptir, geniş merhamet sahibidir).

176 – Eyke halkı da resulleri yalancı saydı.

Eyke ile Medyen bazı müfessirlere göre aynı, bazılarına göre ise iki ayrı kavim idi. Muhtemelen bunlar aynı ırkın iki kolu idiler. Hz. İbrâhim’in oğlu Medyen’e nisbet edilen bu halk, Hicaz’ın kuzeyinden itibaren Filistin’in güneyine kadar çeşitli yerleşim merkezleri kurmuşlardı.

177-180 – Şuayb onlara şöyle dedi: “Hâlâ inkâr ve isyandan sakınmayacak mısınız?

Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.

Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin!

Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum.

Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbülâlemin’dir.”

181 – Ölçeği, tam ölçün de eksik ölçüp hak yiyenlerden olmayın!

182-183 – Doğru terazi ile tartın, halkın hakkından bir şey kısmayın!

Ülkede bozgunculuk yaparak nizamı bozmayın!

184 – “Sizi de sizden önceki nesilleri de yaratan Rabbinize karşı gelmekten sakının.”

185 – “Sen” dediler, “bir sihirin etkisine kapılmışsın.

186 – Bize hiç bir üstünlüğün yok, sen de bizim gibi bir insansın.

Doğrusu, biz seni yalancılardan sanıyoruz.

187 – Eğer peygamberlik iddiasında doğru isen haydi gökten üstümüze bir parça düşür, üstümüze azap indir!” [17,92; 8,32]

188 – Şuayb: “Rabbim sizin yaptıklarınızı çok iyi biliyor.” dedi. [7,88; 11,87]

189 – Hasılı onu yalancı saydılar. Bunun üzerine o gölge gününün azabı onları bastırıverdi. Gerçekten o, müthiş bir günün azabı idi.

Rivayete göre Allah onlara yedi gün ve sekiz gece süren şiddetli bir sıcak verdi. Evlere sığınıp, sonra ovaya çıkmaya mecbur kaldılar. Gölgeleyen bir bulutun altında toplandılar. O gölgelik bir ateş halinde üzerlerine düşüp hepsini yiyip bitirdi.

190 – Elbette bunda alınacak ibret vardır.

Fakat onların ekserisi ibret alıp da iman etmezler.

191 – Ama Senin Rabbin aziz ve rahîmdir (mutlak galiptir, geniş rahmet sahibidir).

192 – Elbette bu Kur’ân, Rabbülâlemin’in indirdiği bir kitaptır.

193-195 – Onu Rûhu’l-emin, uyaran nebîlerden olman için, senin kalbine açık ve vazıh bir Arapça ile indirmiştir. [2,97]

196 – Bu Kur’ân’a, elbette öncekilerin kitaplarında da işaret edilmişti. [7,157]

Maksat şudur: “Bu zikir, bu vahiy ve bu ilahî emirler, daha önce gönderilmiş ilahî kitaplarda da vardır. Bunların hiçbiri ilk olarak Kur’ân’da yer almış değildir.

197 – İsrailoğullarından bilginlerin onu bilmeleri, onlar için bir delil değil midir?

198-199 – Eğer Biz Kur’ân’ı arap olmayanlardan birine indirseydik de onu kendilerine okusaydı, yine de ona iman etmezlerdi. [15,14-15; 10,96-97]

Hz. Peygamberin karşılaştığı inatçı inkârın bir şekli de şu idi: “O’nun getirdiği mesaj Arapçadır. Kendisi de Arap olduğu için bunu kendisinin hazırladığı söylenebilir. Şayet kendisinin de, bizim de bilmediğimiz bir dilden olsaydı ona inanabilirdik.” Oysa Allah onların dediği gibi yapsaydı, bu sefer şöyle diyeceklerdi. “Bu yabancıyı cin tutmuş! Başka izahı yok!” Allah Teâlâ onlara cevaben kolaylıkla anlamaları için kendi dillerinde gönderildiğini bildirmiştir [44,58]. Fakat onlar bunu anlamazlıktan gelmişlerdir.

Aslında Arapça dışında bir dil ile gönderilseydi, yine onlar: “Şu tuhaflığa bakın: Arap milletinden bir resul gönderilmiş, ama ona öyle bir mesaj verilmiş ki ne kendisi anlıyor, ne de halkı!” (Krş. 41,44). Allah onların çaresizlik içindeki son bahanelerini, daha doğrusu sayıklamalarını da cevaplandırmıştır: “Vahyi gökten kâğıtlar halinde indirsek, onlar da elleriyle tutsalar dahi bu sefer de: “Bu bir büyüden ibaret, gerçek olamaz!” derlerdi [6,7].

200-201 – İşte aynen bunun gibi, Biz o yalanlamayı suçlu kâfirlerin kalplerine öyle bir soktuk ki, o can yakıcı azaba girmedikçe ona iman etmezler.

202 – İşte bu azap, kendilerine ansızın gelir ki, onlar hiç farkında olmazlar.

203 – İşte o zaman: “Acaba, bize, azıcık olsun, bir mühlet verilir mi” derler. [14,44; 40,84-85]

204 – Hâlâ, onlar Bizim azabımızın çarçabuk gelmesini mi istiyorlar. [29,29-53]

205-207 – Ne dersin: Onları yıllarca yaşatsak da, sonra tehdit edildikleri o azap başlarına gelse, onca seneler yaşayıp zevklenmeleri kendilerini kurtarabilir mi? [2,96; 92,11]

208 – Biz hiç bir ülkeyi, uyarıcıları gelmeden imha etmedik. [17,15; 28,59]

209 – Öğüt verilip hatırlatma yapılmıştır. Biz hiçbir zaman zalim olmadık.

210 – Kur’ân’ı asla şeytanlar indirmiş değildir.

211 – Bu, onların yapacağı iş değildir! Hem isteseler de buna güçleri yetmez!

212 – Çünkü onlar vahyi işitmekten kesinlikle menedilmişlerdir. [72,8-10]

213 – Öyleyse sakın, Allah ile beraber başka tanrıya yalvarma, sonra azaba mâruz kalanlardan olursun. [36,6; 6,92; 51,19,97; 11,17]

214 – Önce en yakın akrabalarını uyar!

Bu emir, İslâm’ın bir prensibini ortaya koymaktadır: Peygamber ve ailesi için hiçbir ayrıcalık yoktur. Hatta yükümlülükler önce onlardan başlamaktadır: Zekat diğer Müslümanlara düşerken, Peygamber ailesine haramdır. İlk kaldırılan faiz, Hz. Peygamberin amcası Abbas (r.a)’ınki olmuştur. Faraza suç işlemeleri halinde Peygamber hanımlarının cezası iki misli olarak belirlenmiştir [33,30].

215 – Sana tâbi olan müminlere kol kanat ger!

216 – Bununla beraber akrabalarından sana isyan edenlere “Ben sizin yaptıklarınızdan beriyim.” de!

217 – Sen o aziz-u rahîme (o mutlak galip ve geniş rahmet sahibine) güvenip dayan.

218-220 – Sen yolunda kaim olurken de, namaza dururken de, O seni elbette görüyor. Secde edenler, ibadet edenler arasında dolaşmalarını da görüyor. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilen O’dur. [5,67; 52,48]

221 – (Şeytanlardan bahsediyorlar) şeytanların asıl kime indiğini bildireyim mi?

222 – Onlar yalan ve iftiraya, günaha düşkün kimselere inerler.

223 – Çünkü o iftiracılar şeytanlara kulak verirler, esasen onların çoğu yalancıdırlar.

Yalancı, iftiracı kâhinler, bilgileri noksan olduğundan, onlardan birtakım vehimler, emareler öğrenirler, sonra hayalhanelerinden gerçeğe uymayan hürafeler çıkarırlar, uydurdukları yalanları söylerler. Hadis-i Şerifte: “Cinnî, gayb âleminden bir kelime kapar, sonra onu insanlardan olan dostunun kulağına koyar, o da yüz yalan ilave ederek onu söyler.” bildirilmiştir. “Yulkûne” nin faili, yani “dinleme işini yapanlar” şeytanlar da olabilir. Yani onlar mele-i a’lâya kulak vermeye çalışırlar.

224 – Şairler var ya, bunların peşine de sapkınlarla çapkınlar düşer!

225-226 – Görmez misin onlar her vâdide sözcüklerin, hayallerin peşinde dolaşır ve yapmayacakları şeyleri söylerler. [36,69; 69,41]

227 – Ancak iman edip, yararlı işler yapanlar, Allah’ı çok zikredip ananlar ve zulme mâruz kaldıktan sonra haklarını savunanlar müstesna.

Zalimler de nasıl bir inkılab ile devrileceklerini, yakında öğrenirler. [40,52]

Cahiliye dönemi Arap şiirinde şehvet, intikam, ırkçılık gibi duygular hakim olup fazilet temaları az yer alırdı. Onun için Hz. Peygamber, bu tür şiir karşısında olumsuz bir tavır takınmıştır. Fakat bu arada bazen şiir dinlemiş, bir keresinde: “Bazı şiirler hikmet doludur” buyurmuştur. Ümeyye İbn Ebi’s-Salt hakkında: “Şiiri iman etti, ama kendisi kâfirdir” demiştir. Bu olumlu tavır 227. ayetin istisnasının tefsiri kabilindedir. Bu ayet: 1. İman, 2. Makbul işler işleme, 3. Allah’ı sık sık hatırlama, 4. Şahsî hislerle hareket etmeyip kamunun haklarını savunma şartları ile şiiri mübah kılmıştır. Bu itibarla Hz. Peygamber (a.s.) Kâb İbn Mâlik, Hassan İbn Sâbit gibi şairleri övmüştür.




Şərh yaz