93 ayet olup Mekke döneminde inmiştir. İsmini, 18. ayetinde geçen Vâdi’n-neml “Karıncalar Vadisi” terkibindeki Neml kelimesinden almıştır. Kur’ân’ın önemini anlatıp şirki çürütür. Hz. Salih, Hz. Lût gibi nebîlerin tebliğlerine yer vermekle bunu pekiştirir, özelikle Hz. Süleyman’a fazla yer vermesiyle Hz. Peygamber (a.s.)’ın istikbalinin parlak olduğuna işaret eder. Sûrenin sonuna doğru müminlerin felahına, âhiret hayatına ve İslâm muhaliflerinin elebaşılarının helâk edileceklerine değinir.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Tâ sîn. Şunlar Kur’ân’ın ve gerçekleri açıklayan kitabın âyetleridir.
2 – Müminler için hidayet, rehber ve müjdedir. [41, 44]
3 – O müminler ki namazı hakkıyla ifa eder, zekâtı verir ve âhirete kesin olarak iman ederler.
4 – Biz âhirete iman etmeyenlere yaptıkları işleri süsledik, o yüzden onlar körelmiş bir vaziyette bocalar dururlar. [6,110]
İnsanlara yaptıkları işlerin süslenmesi fiili, Kur’ân’da bazean Allah Teâlâya, bazan da şeytana izafe edilir. Birinci durumda her insanın kendi tercihi ile benimseyip yaptığı iş, Allah tarafından da güzel gösterilir, o bunu yapmaktan memnun olur. İkinci durumda ise yine insanın tercihi ile yaptığı iş şeytan tarafından güzel gösterilir.
5 – Onlara çetin bir azap vardır, âhirette ise en çok ziyana uğrayacak olanlar da onlardır.
6 – Fakat sana gelince, ey Resulüm! Hiç şüphe yok ki Kur’ân sana; her işi hikmet dolu olan, her şeyi mükemmel olarak bilen Allah tarafından verilmektedir. [6,115]
7 – Nitekim resullerden olan Mûsâ da çölde geceleyin yol alırken ailesine: “Durun!” demişti, “uzakta bir ateş gördüm, oraya gideyim belki oradan yol hakkında bir bilgi alır, yahut hiç değilse bir ateş koru getirir de ısınmanızı sağlarım.”
Mûsâ (a.s.) Medyen’de 8-10 yıl kaldıktan sonra, ailesi ile Mısıra dönüyordu. Medyen, Hicazın kuzeybatı tarafında yer alır. Hz. Mûsâ, Medyen’den Mısıra doğru geliyordu. Sina yarımadasının güney tarafında bulunup Cebel-i Mûsâ da denilen Sîna dağına varmıştı. Hz. Mûsâ’ya risalet verilen yer 1666 m. yükseklikte bir yer olup, orada 365’te Konstantin bir kilise, ondan, iki asır sonra da Jüstinyen bir mânastır yaptırmış olup halen bu yapılar mevcuttur.
8 – Oraya varır varmaz birden şöyle nida edildi. “Ateş mahallinde ve çevresinde bulunan kimselere feyiz ve bereket verildi. Alemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir, bütün noksanlardan münezzehtir.”
Nidanın tamamlanmasından sonra son “Sübhanallah” cümlesi, olayın büyüklüğüne hayret uyandırmakla beraber, Allah hakkında benzetme hatasına düşmemek içindir.
9 – “Dinle Mûsâ! Ben, her şeye kadir, mutlak galip, her işi hikmetle dolu olan gerçek İlah’ım.
10 – “Şimdi asânı yere bırak!” Bırakıp da onun çevikçe hareket eden bir yılana dönüştüğünü görünce derhal kaçtı, bir kere olsun, dönüp arkasına bile bakmadı. “Korkma, Mûsâ! Çünkü Benim huzurumda resuller korkmazlar.” buyurdu.
11 – “Benden korkanlar, zulüm ve günah işleyenlerdir. Fakat onlar da o fenalıktan sonra güzel işler yaparlarsa, onlara karşı da Ben çok affedici, geniş merhamet ve ihsan sahibi olarak muamele ederim.” [4,110]
12 – “Haydi, elini koynuna sok! Şimdi çıkar: İşte kusursuz, pırıl pırıl ışık saçıyor. Böylece Firavun’a ve onun halkına göstereceğin dokuz mûcizeye bu da dahil olsun. Hakikaten onlar yoldan tam çıkmış bir güruhtur.” [7,133; 17,101]
Bu dokuz mûcize 7,133’de sayılmıştır: Asâ, parlak el, büyücülerin büyülerini bozmak, kıtlık, tufan, çekirge sürüleri, haşereler, kurbağalar ve kan.
13 – Mûcize ve belgelerimiz bütün aydınlığıyla apaçık olarak onlara geldiğinde: “Bu besbelli bir büyü!” dediler.
14 – Vicdanları onların doğruluğuna şahitlik ettiği halde,
sırf kibir ve haksızlık saikiyle, onları inkâr ettiler.
İşte bak da fesatçıların, bozguncuların âkıbetlerinin nasıl olduğunu gör!
15 – Biz Davud’a ve Süleyman’a pek çok ilim verdik. Onlar da: “Bizi mümin kullarının çoğuna üstün kılan Allah’a hamd olsun!” dediler.
16 – Süleyman Davud’a vâris oldu ve “Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi
ve daha her şeyden bolca nasip verildi. Gerçekten bunlar âşikâr lütuflardır.” dedi.
Bu veraset, nübüvvet ve hakimiyette yerine geçmektir ki bu Davud (a.s.)’ın on dokuz oğlundan yalnız Süleyman’a (a.s.) nasib oldu. Süleyman (a.s.)’ın m.ö. 965-926 arasında 40 yıl kadar hükümdarlık yaptığı söylenmektedir. Şimdiki Filistin, Ürdün ve Doğu Suriye’de hüküm sürmüştür. Süleyman (a.s.)’ın kuş dili bildiği Tevrat’ta yer almasa da İsrailoğullarının geleneklerinde yer almıştır (Jewish Encyclopadea XI, 439 ‘dan Tefhimu’l-Kur’ân).
17 – Günün birinde, Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları toplanmış olup, hepsi birlikte, düzenli olarak kendisi tarafından sevk ediliyordu.
Eski Ahit’te cinlerin Hz. Süleyman (a.s.)’ın ordusunda yer aldıklarına dair bilgi bulunmaz. Fakat Talmut’ta ve Yahudî hahamlarının nakillerinde buna rastlanmaktadır (Jewish Encyclopadea, XI, 440). Bazı çağdaş tefsircilerin cinleri ve kuşları, bazı insan grupları diye tevil etmeleri kabul edilemez (Tefhim).
18 – Derken Karınca Vadisine geldiklerinde, onları gören bir karınca: “Ey karıncalar, haydin yuvalarınıza girin.
Süleyman ve orduları, sizi fark etmeyerek ezip çiğnemesinler!” diye seslendi.
Karınca kıssası İsrail metinlerinde de yer almıştır. Fakat kıssanın devamında Süleyman’ın böbürlendiği, karıncanın da ona: “Sen bir damladan yaratılmışsın” demesi karşısında mahcup olduğu ileri sürülür (Jewish Encyclopadea, XI, 440). Burada da görüldüğü gibi Kur’ân, diğer kutsal metinler karşısında hakem konumundadır, onlara karıştırılan beşerî ilaveleri düzeltmektedir. Buna rağmen bazı oryantalistler sıkılmadan, Kur’ân’ın bu tür kıssaları Yahudi rivayetlerinden aldığını iddia etmektedirler.
19 – Onun sesini işiten Süleyman tebessüm ederek:
“Ya Rabbî, dedi, beni nefsime öyle hâkim kıl ki gerek bana, gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim,
Seni razı edecek yararlı işler yapabileyim.
Bir de lütfedip beni hayırlı kulların arasına dahil eyle!”
20 – Bir de kuşları teftiş etti de: “Hüdhüd’ü neden göremiyorum, yoksa kayıplara mı karıştı?” dedi.
21 – “Kuvvetli ve geçerli bir mazeret ortaya koymadığı takdirde,
onu şiddetli bir şekilde cezalandıracağım yahut boynunu keseceğim!”
22 – Derken, çok geçmeden Hüdhüd geldi: “Ben, dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim ve sana Sebe’den önemli ve kesin bir haber getirdim.”
23 – Sebe halkını bir kadın hükümdarın yönettiğini gördüm. Kendisine her türlü imkân verilmiş.
Onun güçlü bir yönetimi olduğu gibi pek büyük bir tahtı da var.
Sebe halkı Güney Arabistan’da ticaretle uğraşan bir millet idi. Başkentleri, Yemen’in San’a şehrinin takriben 100 km. kuzeydoğusundaki Ma’rib idi. Sebeliler, m.ö. 1100 – 115 arasında bin yıl kadar bütün Arap yarımadasına hâkim olmuşlardı.
24 – Ne var ki onun da halkının da Allah’ın dışında Güneşe taptıklarını gördüm.
Anlaşılan, şeytan yaptıkları bu kötü işleri kendilerine güzel göstermiş ve onları yoldan çıkarmış, bu yüzden de hak yolu bulamıyorlar. [10,18]
25 – Oysa göklerde ve yerde gizli olan her şeyi açığa çıkaran,
sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bilen Allah’a secde ve ibadet etmeleri gerekmez mi?
26 – Halbuki o büyük arşın sahibi olan Allah’tan başka ilah yoktur.
27-28 – “Bakalım, dedi Süleyman, doğru mu söyledin, yoksa yalancının teki misin, bunu anlayacağız.
Sen şimdi şu mektubumu götür, bırak onların yanına,
sonra onlardan biraz uzaklaş ve ne yapacaklarını gözle!”
29 – Kraliçe: “Değerli danışmanlarım! “Bana çok önemli bir mektup gönderildi.”
30-31 – Mektup Süleyman’dandır ve “rahman ve rahîm olan Allah’ın adıyla” diye başlayıp:
“Bana karşı kibirlenmeyin, itaat ve teslimiyet göstererek yanıma gelin!” diye devam etmektedir.
Müslimîn kelimesinin itaat ve iman etme olarak iki anlamı vardır. Bazı müfessirlere göre her iki anlam birden kasdedilerek “İtaat ve iman etmiş olarak yanıma gelin” diye açıklamak da mümkündür. Süleyman (a.s.)’ın bu kıssası Eski ve Yeni Ahitte, Kur’ân’dakinden farklı ve daha geniş tarzda bulunur (I. Krallar, 10,1 – 29; II. Tarihler, 9,1 – 12; Matta, 12,42-43; Luka, 11,31). Yahudi rivayetlerinde maalesef Hz. Süleyman, değil bir Peygamber’e, hatta iyi bir mümine bile yakışmayan gurur, şehvet, putperestlik irtikâb etmekle itham edilir ve sadece bir kral olarak tanıtılır. Kur’ân, İsrail’in büyük şahsiyetleri lehindeki şahitliği ile Yahudilere pek büyük bir iyilik etmiştir, ama onlar bunu takdirden geri durmuşlardır.
32 – “Değerli danışmanlarım, bu mesele hakkında görüşlerinizi istiyorum. Pek iyi bildiğiniz gibi, sizi çağırmadan, size danışmadan hiç bir meseleyi hükme bağlamam.”
33 – Onlar: “Biz güçlü, kuvvetliyiz, savaşçı milletiz.
Ama yetki sizindir, değerlendirip münasip gördüğünüz emri verin!” dediler.
34 – “Doğrusu” dedi Kraliçe, hükümdarlar bir ülkeye girince oranın düzenini altüst eder, halkının eşrafını da sefil ve zelil ederler.
Evet istilacılar hep böyle yaparlar.
35 – Bunun içindir ki, ben şimdi onlara bir hediye gönderip elçilerimin ne gibi bir cevap getireceklerini bekleyeceğim.”
36 – Elçi Süleyman’a gelince o, elçiye: “Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Oysa Allah’ın bana verdiği nimetler, size verdiklerinden daha hayırlıdır. Ama siz hediyenizle böbürlenirsiniz” dedi.
Allah’ın verdiği şeyler sadece dünyevî servet olmayıp, ona ilaveten iman, ilim, hikmet gibi faziletlerdir.
37 – “Sen dön ve onlara de ki: Biz onların üzerine, karşı koyamayacakları muazzam ordularla yürüyeceğiz. Onları yurtlarından mağlup ve zelil olarak çıkaracağız.”
38 – Daha sonra Süleyman onların itaatlerini bildirmek üzere huzuruna geleceklerini öğrenince yanındaki danışmanlarına:
“Değerli danışmanlarım! Onların itaat içinde huzuruma gelmelerinden önce, içinizden kim onun tahtını bana getirebilir?” dedi.
39 – Cinlerden pek güçlü ve habis birisi “Ben,” dedi, “Sen makamından kalkmadan, onu sana getiririm. Benim onu taşımaya gücüm yeter, hem de zayi etmeden güvenilir tarzda getirecek emin bir kimseyim.”
40 – Ama nezdinde, kitaptan ilim olan bir zat da: “Ben, sen gözünü açıp kapamadan onu getirebilirim” der demez,
Süleyman, Kraliçenin tahtının yanıbaşında durduğunu görünce:
“Bu, Rabbimin lütuflarındandır. Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağım? diye beni sınamak içindir. Şükreden, sadece kendi lehine olarak şükreder.
Nankörlük eden ise bilmelidir ki Rabbim onun şükründen müstağnidir, şükrüne ihtiyacı yoktur, ihsan ve keremi boldur.” [41,46; 30,44; 14,8]
Hz. Süleyman’ın oturduğu Filistin ile Sebe arasındaki mesafe 2000 km. den fazladır. Hz. Süleyman, mûcizevî olarak Kraliçenin tahtını bu uzak mesafeden celb etmişti. Burada insanları, bu işin sırrını aramaya, bilim ve teknoloji yönünden incelemeye de gizli bir teşvik sezebiliriz.
41 – Devamla dedi ki: “Tahtın Kraliçeye ait olduğunu belli etmeyin! Bakalım onu tanıyacak mı, tanımayacak mı?”
42 – Süleyman’ın huzuruna girince ona: “Senin tahtın da böyle midir?” diye soruldu.
“Sanki o!” dedi, “zaten bu mucizeden önce bize bilgi verildiği için sana itaat edenlerden olduk.”
Bu sözü, Allah’ın nimetini anmak için Hz. Süleyman (a.s) da söylemiş olabilir; “Allah’ın kudreti hakkında bu kadından önce bize ilim verildiğinden, biz O’na itaat edenlerden olduk”.
Kraliçe zeki ve tecrübeli biri olarak Süleyman (a.s.)’ı dikkatle inceleyip şunları tesbit etti. 1. Mektûbunun değişik üslubu, Allah’ın adı ile başlaması. 2. Kıymetli hediyeleri kabul etmemesi. 3. Elçisinin onun hakkındaki iyi intibaları. Bunlar onu ziyaret etmesine sebep teşkil etti. Şahsen görüşünce onun şu özelliklerine de şahid oldu: 4. Tahtının getirilmesi mûcizesi. 5. O dünya padişahının temiz, dürüst, mütevazi ve dindar bir insan olması.
43 – Öteden beri Allah’tan başka taptığı putlar, tevhid dinine girmesini engellemişti. Çünkü o kâfir bir millete mensup idi.
44 – Kraliçeye: “Buyurun, saraya girin1” denildi. Sarayın eyvanını görünce, zemininde engin ve duru su olduğunu zannedip eteğini yukarı çekti. Süleyman: “Bu, sırçadan yapılmış şeffaf bir saraydır.” Kraliçe:
“Ya Rabbî, dedi, Ben (Sen’den başkasına ibadet etmekle) kendime zulmetmişim,
şimdi ise Süleyman’la birlikte alemlerin Rabbine teslim oluyorum.”
45 – Bir vakit Biz Semud halkına da, yalnız Allah’a ibadet edin diye çağrıda bulunmak için kardeşleri Salih’i gönderdik.
Çok geçmeden onlar birbiriyle çekişen iki bölük oluverdiler. [7,73-77; 11,61-68; 26,141-159]
46 – “Ey halkım!” dedi, “İyiliği bırakıp da neden kötülüğün çarçabuk gelmesini istiyorsunuz.
Niçin, merhametine nail olmak ümidiyle Allah’tan af dilemiyorsunuz?”
47 – “Biz” dediler, “senin ve sana bağlı olanların yüzünden uğursuzluğa uğradık.”
Salih: “Uğursuzluk dediğiniz şey Allah katında takdir edilmiştir.
Doğrusu siz imtihana tutulan bir toplumsunuz.” diye cevap verdi. [7,131; 4,78; 36,19]
48 – Şehirde dokuz çete vardı ki bunlar ülkede hep bozgunculuk çıkarır,
iyileştirme ve düzeltme adına hiç bir şey yapmazlardı.
49 – Allah’a yemin ederek aralarında şöyle anlaştılar:
“Geceleyin ona ve yakınlarına baskın yapıp hepsini öldürür,
sonra da sahip çıkan akrabalarına yakınlarının öldürülmesi esnasında orada bulunmadığımızı bildirir ve biz gerçekten doğru söylüyoruz deriz.”
50 – Onlar bir tuzak kurdular, ama tuzaklarına karşı Biz de tuzak kurduk,
kendileri farkında olmadan onların tuzaklarını bozduk, onların planlarını altüst ettik.
51 – Bak işte onların tuzaklarının âkıbeti nasıl oldu!
Biz onları da kendilerine uyan toplumlarını da imha ettik!
52 – İşte onların, zulümleri sebebiyle ıssız kalmış, çökmüş evleri…
Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibret vardır.
53 – İman edip Allah’a karşı gelmekten sakınanları ise kurtardık.
54 – Lût’u da halkına resul olarak gönderdik.
O da onlara dedi ki: “Siz göz göre göre pek çirkin ve hayasız bir iş yapıyorsunuz ha!” [7,80-84; 11,74-83; 15,57-77]
55 – Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz?
Siz gerçekten ne cahil bir güruhsunuz öyle!” [26,165-166]
56 – Halkının buna karşı verdiği cevap sadece: “Lût’u ve etrafındakileri şehrinizden kovun, çünkü onlar çok temiz insanlar, yanımızda kirlenmesinler(!)” demekten ibaret oldu.
İbn Abbas bu sözü onların alay etmek kasdıyla söylediklerini belirtmiştir.
57 – Biz onu, ailesini ve beraberinde olanları kurtardık.
Yalnız eşinin geride kalıp azaba uğrayanlardan olmasını takdir etmiştik.
58 – Üzerlerine öyle berbat bir yağmur indirdik ki!
Uyarılıp da aldırmayanların mâruz kaldıkları o yağmur ne fena bir yağmurdu!
59 – De ki: “Hamd olsun Allah’a, selâm olsun seçtiği kullarına. Allah mı hayırlı, yoksa Ona ortak saydıkları şeyler mi?
Burada Lût (a.s.)’ın ikinci hitabesi başlıyor. Önce müminlere ilahî görgü kurallarından biri öğretilmek üzere, önemli konuşmalarına Allah’a hamd ve seçkin kullarına selâm vererek başlamaları öğretiliyor.
Hz. Peygamber (a.s.) bu ayetin son cümlesini okuduktan sonra cevap olmak üzere: “Hayır, Allah hayırlıdır, bakidir, yücedir ve uludur” derdi.
60 – O nesneler mi üstün, yoksa gökleri ve yeri yaratan ve gökten sizin için su indiren mi?
Öyle bir su ki Biz onun sayesinde gözleri gönülleri açan pek güzel bahçeler bitirmekteyiz.
Halbuki siz onun bir tek ağacını bile bitiremezdiniz.
Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur?
Elbette olmaz! Ama onlar haktan sapan bir gürûhtur. [43,87; 29,63; 39,9-22; 13,33]
61 – O nesneler mi üstün, yoksa yeri oturmaya elverişli kılan,
içinden yer yer ırmaklar akıtan ve oraya sağlam dağlar yerleştiren
ve iki denizin arasına bir engel koyan Allah mı?
Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur?
Elbette olmaz! Ama onların çoğu bu gerçeği anlamıyorlar. [40,64; 25,53]
62 – O nesneler mi üstün yoksa, çaresiz kalıp Kendisine yalvaran insanın duasını kabul edip sıkıntısını gideren ve sizi dünyada halifeler yapan Allah mı?
Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur?
Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz! [17,67; 16,53; 6,133, 165; 2,30]
63 – O nesneler mi üstün yoksa size karanın ve denizin karanlıklarında yol gösteren ve rahmetinin müjdecisi olarak rüzgârları gönderen mi?
Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur?
Elbette olmaz! Allah, müşriklerin şirk koşmalarından münezzehtir. [16,6; 6,97]
64 – O nesneler mi üstün yoksa mahlûkları ilkin yaratan, sonra da tekrar hayat veren
ve sizi gerek gökten gerek yerden rızıklandıran mı?
Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur?
Elbette olmaz! De ki: “Şerik iddianızda tutarlı iseniz delilinizi gösteriniz.” [85,12-13; 30,27; 86,11-12; 57,4; 20,54; 23,117]
Bu son bölümdeki âyetler sadece müşriklerin batıl inançlarını çürütmekle kalmıyor. Allah’ı inkâr edenlerin de iddialarını çürütüyor. Bulutların teşkil edilmesi, yağmurun damla damla ihtiyaç miktarı gönderilmesi, aynı toprak ve su ile beslenen ve esas yapıları aynı maddelerden oluşan tohum ve çekirdeklerden çok değişik binlerce çeşit bitkinin çıkarılması, onların çiçekleri, renkleri, desenleri, meyveleri, kokuları ile sergiledikleri ilim, hikmet, kudret ve san’at; yaratılışın, başlangıcından beri makrokozmoz ve mikrokozmoz evrendeki sistemlerde devam eden aksaksız nizam, azıcık aklı olanlara dahi bu nizamın sahibi tek Allah’ı tanıtmaktadır. Âyetler, insanı bu kabil tefekküre yöneltmektedir.
65 – De ki: “gerek göklerde gerek yerde olanlardan hiç kimse gaybı bilemez, gaybı yalnız Allah bilir.”
Dolayısıyla, onlar ne zaman diriltileceklerini de bilemezler. [31,34; 6,59; 7,187]
66 – Doğrusu, onların ahiret hakkındaki bilgileri gitgide eksildi.
Daha doğrusu onlar bundan şüphe içindedirler. Hayır, hayır onlar âhiretten yana kördürler. [18,48]
Bu âyetteki üç idrab’ı (yani “öyle değil de doğrusu şöyledir”) Razi şöyle açıklar: Cenab-ı Hakk; 1- Önce dirilmenin vaktini bilmediklerini, 2- Sonra kıyametin olacağını da bilmediklerini, 3- Peşinden şüphe içinde bilinçsizce hareket ettiklerini, 4- Son olarak da idrÂksizliğin en ileri derecesiyle kör olduklarını bildirmiştir.
67 – Bunun içindir ki kâfirler: “Sahi!” dediler, “Biz de babalarımız da ölüp toz toprak olduktan sonra, biz mi diriltilip kabirden çıkarılacağız?”
68 – “Bize de, daha önce babalarımıza da bu dirilme, vaad edilip durdu. Bu, önceki insanların masallarından başka bir şey değildir!”
69 – De ki: “Hele dünyayı bir dolaşın da suçlu kâfirlerin âkıbetleri nasıl olmuş görün!”
70 – Sen onlardan ötürü sakın üzülme ve onların kuracakları tuzaklardan dolayı asla tasalanma!
71 – “İddianızda doğru iseniz bu vaad ne zaman gerçekleşecek?” derler. [17,51; 29,54]
72 – De ki: “Acele ile istediğiniz o azabın bir kısmı belki de ensenize binmek üzeredir.”
73 – Doğrusu senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf sahibidir.
Fakat insanların çoğu O’na şükretmezler.
74 – Rabbin, onların gerek sinelerinin sakladığı, gerek açığa vurdukları her şeyi tamamen bilmektedir. [13,10; 207; 11,5; 27,25]
75 – Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta yer almasın.
76 – Bilesiniz ki bu Kur’ân, (Süleyman’ın bu kıssası gibi) hakkında ihtilafa düştükleri şeylerin pek çoğunu İsrailoğullarına anlatmaktadır. [19,34]
77 – Hem Kur’ân müminler için hidayet rehberidir, rahmettir.
78 – Senin Rabbin onların arasında hikmet ve adaletiyle hükmedecektir.
Gerçekten O, aziz ve alîmdir (mutlak galiptir, her şeyi hakkıyla bilir).
79 – O halde yalnız Allah’a güven, çünkü tuttuğun yol, gerçekliği meydanda olan hak yoludur.
80 – Şunu bil ki sen, ne ölülere sesini duyurabilir, ne de arkasını dönüp uzaklaşan sağırlara dâvetini işittirebilirsin!
81 – Sen körleri de yanlış yoldan kurtarıp doğru yola getiremezsin.
Sen ancak ayetlerimize iman etmeye yatkın kimselere çağrını duyurabilirsin. Çünkü onlar hakka teslim olurlar.
82 – Kıyamet hakkındaki sözün gerçekleşme zamanı yaklaşınca onlara yerden bir dabbe (canlı) çıkarırız.
O da insanların bizim ayetlerimize, (özellikle kıyamete dair ayetlerimize) inanmadıklarını söyler.
Kıyamet alâmeti olan dabbe müteşabih bir kavramdır. Dilde, hafifçe de olsa hareket eden her şeye hatta tren, otomobil gibi cansız şeylere de denebilir. Fakat esas itibariyle canlılar hakkında kullanılır. Konuşma sıfatından dolayı çıkarılacak dabbenin insan olacağı söylenmiştir.
Hülasa, bu “dabbe” hakkında Kur’anda ve hadis-i şeriflerde net bir bilgi verilmediğinden, onu gaybi bir mesele kabul edip mahiyetini Allah’ın ilmine havale etmek gerekir.
83 – O büyük duruşma günü, her ümmetten ayetlerimizi yalan sayan birer cemaat toplarız, onlar bir araya getirilip Allah’ın huzuruna sevkolunurlar. [37,21-22; 81,7]
84 – Nihayet hesap yerine vardıklarında Allah Teâlâ: “Demek siz ayetlerimin ne olduğunu iyice anlamadan yalan saydınız öyle mi? Yoksa ne yaptınız?” [75,32; 77,34]
85 – İşledikleri zulüm yüzünden tehdit olundukları azap hükmü onlar hakkında gerçekleşti, onların artık konuşacak halleri kalmadı.
86 – Onlar anlamıyorlar mı ki Biz, insanların dinlenip sükûnet bulmaları için geceyi, çalışsınlar diye de gündüz aydınlığını yarattık.
Elbette bunda iman edecek kimseler için ibretler vardır.
87 – Gün gelecek sûra üflenecek, Allah’ın dilediği dışında, göklerde ve yerde olan herkes müthiş bir korkuya kapılacak.
Hepsi boynu bükük vaziyette O’nun huzuruna varacaklar. [17,52; 30,25; 70,43]
88 – Bir de o dağları görür, donuk ve hareketsiz sanırsın;
Oysa onlar bulutların yürüdüğü gibi yürümektedirler.
İşte bu, her şeyi muhkem ve mükemmel yapan Allah’ın sanatıdır.
Muhakkak ki O, sizin yaptığınız her şeyden haberdardır. [52,9-10; 20,105-107; 18,47; 81,3]
89 – Kim O’nun huzuruna bir iyilikle gelirse, ona daha hayırlı bir mükâfat vardır.
Üstelik onlar o kıyamet gününün dehşetinden emin olacaklardır. [6,160; 21,103; 41,40]
90 – Kim de kötü işlerle gelirse, onlar da yüzükoyun ateşe yuvarlanırlar. Siz işlediklerinizin karşılığından başka bir şey mi bulacaktınız?
91-92 – De ki: Bana bu beldeyi muhterem ve mukaddes kılan ve her şey Kendisine ait olan Allah’a, yalnız O’na ibadet etmem emredildi.
Keza bana Allah’a teslim olanların ilki olmam ve Kur’ân okumam da emredildi. Artık kim doğru yolu bulursa sırf kendisi için bulmuş olur. Kim de yoldan saparsa de ki: “Ben sadece uyarmakla görevli elçilerden biriyim.” [106,3-4; 3,58; 28,3; 13,40]
Bu sûre Mekkî olup “Önce en yakın akrabalarını uyar!” buyruğunun bir uygulaması kabilinden, bu âyet Hz. Peygambere Mekkelilere şöyle demesini emrediyor: “Allah can güvenliğinin olmadığı geniş Arap ülkesi ortasında Mekke’yi güvenli bir yer yaptı, bütün insanların kıblesi kıldı. Ama siz nankörlük edip başka putlara yönelseniz de, ben yalnız O’na kulluk ederim.”
Bu sûre indirildiğinde Hz. Peygamber (a.s.) bu derecede yalnız iken, müteakip ve son ayet olan 93. ayette istikbal hakkında kuvvetli bir garanti verilmesi, o tarihten itibaren İslâm’ın dünyanın her tarafında gittikçe güçlenerek yayılması, Kur’ân’ın her şeyi bilen Allah tarafından gönderildiğinin kesin bir delilidir.
93 – De ki: “Hamd O Allah’a olsun ki size er-geç alâmetlerini gösterecek
siz de onları tanıyacaksınız. Senin Rabbin, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir.” [41,53]