Mənəviyyata Açılan Pəncərə

37 – Saffat surəsi

Mekke’de indirilmiştir, 182 âyettir. İsmini ilk ayetinde geçen kelimeden almıştır. Bu sûrede önce melaikeden, daha sonra cinlerden bahsedilir. Cahiliye Arapları arasında yaygın olup, cinleri Allah’ın kızları sayan şirk inancı iptal edilir. Müteakiben, insanların ölümden sonra dirilip hesap verecekleri vurgulanır. Hz. İbrâhim, Hz. İsmâil, Hz. Mûsâ, Hz. Harun, Hz. İlyas, Hz. Lut (aleyhimü’s-selâm) gibi peygamberlerin tebliğleri hatırlatılır, müminlere kesin bir zafer vaad edilir.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

1 – Yemin ederim o saf saf dizilenlere, [37,165]

Müfessirlerin çoğuna göre ilk üç âyette bildirilen işleri yapanlar melaike topluluklarıdır. Birinci âyette emirleri yerine getirmek için hazır kıta bekleyen; ikinci âyette yağmurun yağmasını düzenleyen, üçüncü âyette ise peygamberlere vahiyleri, salih kullara ise ilhamları getiren melaike toplulukları kasdedilmiştir.

2 – Sevk-u idare edip menedenlere,

3 – Kitap okuyanlara ki [77,5-6]

4 – Sizin ilahınız bir tek İlahtır.

5 – O, hem göklerin, yerin ve ikisi arasında olan bütün varlıkların, hem de Güneş’in bütün doğuş yerlerinin Rabbidir. [70,40; 55,17]

Güneş ufukta her gün farklı yerlerden doğar, böylece birçok doğuş söz konusu olur. Bu sayede Güneşin, dünyanın bütün bölgelerinde muhtelif zamanlarda görülmesi mümkün olur.

6 – Biz yere en yakın semayı yıldızlarla süsledik. [67,5; 15,16-18]

Gökler sınırsız olmayıp birtakım sınırları vardır. Hiçbir âsi şeytan o hudutları aşamaz. Hiçbir gök cismi kendi ekseni dışına çıkamaz. Onların yollarına da başka cisim giremez. Uzay boş sanılır, ama oradaki sınırlar çok kesin hatlarla çizilmiştir. İnsanın Ay’a gitmesinin ne kadar zorluklardan sonra gerçekleştiği pek iyi bilinmektedir. Oysa dünyanın uydusu olan Ay, bize en yakın gök cismidir.

7 – Ve orayı her türlü şeytandan koruduk.

8 – Onlar Mele-i Âla’ya yükselip dinleyemezler ve her taraftan bombardımana tutulurlar. [38,69]

Mele-i A’la: Allah’ın emirlerini alıp gereken yerlere ulaştıran meleklerin bulunduğu yüce âlem

9 – Dinlemeye kalksalar kovulup atılırlar. Hem onlar için devamlı bir azap vardır.

10 – Ne var ki içlerinden birisi bir söz kırıntısı kapmayı başarırsa, derhal yakıcı ve delici bir ışın onu kovalar. [15,8-12]

Cahiliye Arapları arasında kehanet pek yaygın idi. Kâhinlerin cinlerle irtibatlı olarak gaybî haberler getirdiklerine inanırlardı. Hz. Peygamber (a.s.)’ı da öyle nitelendirdiler. Allah, şeytanların Mele-i Âlaya yaklaşır yaklaşmaz, delici bir ışın tarafından kovalandıklarını bildirir.

11 – Onlara bir sor bakalım: Kendileri mi yaratılışça daha güçlü kuvvetli, yoksa Bizim diğer yarattıklarımız mı? Doğrusu Biz onları, yapışkan bir çamurdan yarattık. [40,57]

Bunlar: Melaike-i kiram, gökler âlemi, yer ve ikisi arasındakiler, şihablar ve diğer mahlûklardır. “Men” ism-i mevsûlü akıllı varlıkları tağlib için olup, onlarla beraber şuursuz ve cansızlar da bu yaratıklara dahildirler.

12 – Ne var ki sen onların haşri inkâr etmelerine şaşırıyorsun, onlar ise seninle alay ederler.

13 – Kendilerine nasihat edildiğinde uyarmaları dikkate almazlar.

14-17 – Gerçeği gösteren bir delil veya bir mûcize görseler, başkalarını da onunla alay etmeye çağırır ve “Bu, derler, besbelli bir sihir! Demek biz öldükten, hem de çürümüş kemik ve toz toprak haline geldikten sonra, biz mi dirilecek mişiz! Gelmiş geçmiş babalarımız ve dedelerimiz de mi dirilecekler!”

18 – De ki: “Evet, diriltilecek, hem de zelil ve perişan bir vaziyette diriltileceksiniz!

19 – Bu iş için sadece bir tek emir yeter! Bir de bakarsınız ki hepsi dirilmiş, etraflarına bakınıyorlar!

20 – “Eyvah, bize!” derler, “İşte bize bahsedilen hesap günü!”

21 – Melekler de: “Evet, evet bu, sizin yalan saydığınız hüküm günüdür!” derler.

22-24 – Yüce Allah meleklere şöyle emreder: “O zalim müşrikleri, yoldaşlarını ve Allah’tan başka putlaştırdıkları nesneleri toplayın ve hepsini doğru cehenneme sevk edin! Hem tutuklayın onları, çünkü sorguya çekilecekler!” [17,97]

25 – Ne oldu size, neden birbirinize yardım etmiyorsunuz?

26 – Doğrusu bugün onlar birbirini yardımdan mahrum bırakıp azaba teslim etmişler, acz içinde kıvranmaktadırlar.

27 – Birbirlerine dönüp itham ederek karşılıklı soru yöneltirler. [40,47-48; 34,31-33]

28 – Tâbi olanlar önderlerine: “Siz, derler, bize (en çok önem verdiğimiz taraftan), sağ cihetten gelir, ısrarla size tâbi olmamızı isterdiniz?”

29-32 – “Hayır, bilakis! derler öbürleri, siz zaten iman eden kimseler değildiniz.

Hem bizim, sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu ki! Bilakis, siz azgın bir gürûh idiniz!”

“Ne dersek boş! Artık Rabbimizin azap hükmü hakkımızda kesinleşti. Biz hak ettiğimiz cezayı mutlaka tadacağız. Evet, sizi biz kışkırttık, çünkü biz de azmış durumdaydık.”

33 – O halde o gün hepsi azap çekmekte müşterektirler.

34 – İşte Biz suçlulara böyle davranırız.

35-36 – Çünkü onlara “Allah’tan başka ilah yok!” denildiğinde, kibirlenip kafa tutarlar ve: “Deli bir şairin sözüne bakarak hiç biz ilahlarımızı bırakır mıyız, olacak iş mi bu?” derlerdi.

37 – Hayır! o deli değildir. O size gerçeğin ta kendisini getiren ve bütün peygamberleri tasdik eden bir resuldür. [41,433; 21,92]

38-39 – Siz yarın âhirette elbette o acı azabı tadacaksınız.

Ama aslında siz sadece yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz (yoksa size bundan fazla bir azap verilmeyecek).

40 – (Lâkin Allah’ın) ihlasa erdirdiği kulları, yaptıklarının mükâfatını, kat kat fazlasıyla alacaklardır. [103;1-3; 95,4-6; 19,71-72; 74,38]

İstisna burada munkatı olup “lâkin” mânasına gelir.

41-42 – Onların, tarife hacet olmayan, her yönden mükemmel bir nasipleri vardır, onlara meyveler vardır. Ve onlar hep izzet ve ikramla ağırlanırlar.

Cennette meyveler, sadece lezzet için yenir. Cennette acıkma duygusu olmayacaktır.

43-47 – Naim cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde otururlar.

Kaynağından taze doldurulmuş, berrak mı berrak, içenlere pek hoş gelen,

içinde zararlı ve sersemletici şey olmayan, sarhoş da etmeyen içecekler,

dolu dolu kadehlerle etraflarında fır dönen hizmetçiler tarafından ikram edilir. [56,17-19; 78,34]

Başka yerlerden, cennette hizmet edenler arasında çocukların da bulunduğu anlaşılmaktadır (52,24; 76,19). Bâliğ olmamış müşrik çocukları cennetlik olup, annesi babası cehenneme gitmiş bu çocuklar, mutlu olsunlar diye, cennetliklere hizmet etmek üzere vazifelendirilirler.

Dünya içkilerinin kokusu ve tadı pis olup mideyi olumsuz yönde etkiler. Daha sonra beyne tesir edip baş döndürür, karaciğerin çalışmasını aksatarak bünyeyi harap eder.

48-49 – Yanlarında, kocalarından başkasının yüzüne bakmayan, yumuşak bakışlı, güzel gözlü, gün yüzü görmemiş yumurtanın pembe beyaz renginde eşleri de olacaktır.

50 – Birbirleriyle sohbete girerler.

51-53 – Derken biri der ki: “Sahi, benim de yakın bir arkadaşım vardı.

Yanıma gelir, iğneli iğneli “Sen de mi, derdi, bu masala inananlar arasında yer alıyorsun? Yani biz ölüp çürümüş kemik, toz toprak haline geldikten sonra, biz mi dirilip hesap vereceğiz, buna da inanılır mı?”

54-57 – “Şimdi ister misiniz onu size göstereyim?” Onlar da arzu edince, derhal bakıp hem kendisi, (hem de muhatapları) onu cehennemin tam ortasında bulur.

“Vallahi, nerdeyse beni de düştüğün o helâke sürükleyecektin!

Rabbimin hidâyet nimeti yetişmeseydi, eli kolu kelepçeli getirilip o azaba atılanlardan olacaktım!” [7,43]

58-61 – Sonra cennetteki arkadaşlarına dönerek: “O ilk ölümümüzden sonra artık bize burada ölüm olmayacak değil mi, o azap bize hiç ulaşmayacak değil mi?

Ne güzel! Şükürler olsun! İşte kurtuluş, işte büyük başarı diye buna derler!

Çalışanlar, asıl, böyle bir başarı elde etmek için çalışsınlar!”

62-65 – “Şimdi iyi düşünün!” buyurur Yüce Allah,

“Sonuç olarak böylesi bir mutluluk mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı?

Biz onu zalimler için bir dert ve azap yaptık.

O öyle bir ağaçtır ki cehennemin ta kökünden çıkar. Meyveleri: sanki şeytanların başları!” [23,20; 56,51-52; 17,60]

Zakkum: Tadı çok acı, pek fena kokan bir bitki olup ondan çıkan sıvı, bedene bulaşması halinde deriyi tahriş eder.

İnsanlar şeytanları görmediklerinden bu benzetmeyi anlayamayanlar bulunabilir. Fakat bu kabil teşbihler dile yerleşmiştir. Nasıl ki temiz ve nuranî bir insan meleğe, güzel bir kadın periye, çirkin bir kadın cadıya benzetilir.

66 – İşte o zalimler bunları yer ve karınlarını tıka basa doldururlar.

67 – Zakkum yemeğinin üstüne, barsakları parçalayan irin karışık kaynar su içerler.

Hamîm (kaynar su) cehennemin dışındadır; Zira “Onlar, cehennemle hamîm arasında gider gelirler.” [55,44] âyetinden bu anlaşılmaktadır.

68 – Sonra dönüşleri, şüphesiz ateşe olacaktır.

Yedikleri zakkum boğazlarına durunca ve acıtınca bu acıyı dindirmek için su veya meşrubat ararlar. Ama irinli kaynar sudan başka bir şey bulamazlar.

69 – Onlar atalarını haktan sapmış durumda buldular.

70 – Bunlar da onların izlerinde koşmaya can atıyorlar.

71-72 – Daha önce yaşayan insanların ekserisi de yoldan sapmışlardı.

Biz de onları uyarıp gerçeği gösteren peygamberler göndermiştik.

73 – İşte bak ve düşün: O uyarılanların âkıbeti nice oldu?

74 – Ancak, içlerinden Allah’ın imana ve ihlasa muvaffak kıldığı kullar,

elçileri dinleyip o kötü âkıbetten kurtuldular.

75 – Nitekim Nûh Bize yalvardı da, Biz onun duasını ne de güzel kabul buyurduk!

76 – Onu, ailesini ve yanındaki müminleri o müthiş felaketten kurtardık.

77 – Hayatta kalıp payidar olmayı da onun soyuna has kıldık.

78 – Sonraki nesiller içinde de ona iyi bir nam bıraktık:

79 – “Bütün milletler içinden selam var Nûh’a!”

80 – Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!

81 – Gerçekten o, Bizim tam inanmış has kullarımızdandı.

82 – Sonra da öbürlerini, o zalim kâfirleri suda boğduk.

83 – İbrâhim de, şüphesiz onun taraftarlarından biriydi.

84 – O, Rabbine tertemiz bir kalb ile yöneldi.

85-87 – Babasına ve halkına şöyle dedi: “Nedir bu tapındığınız nesneler? İlle de bir iftira, bir yalan olsun diye mi Allah’tan başka mâbud arıyorsunuz!

Siz Rabbülâlemin’i ne zannediyorsunuz?

Onun sıfatlarını iyice biliyor musunuz?

88-89 – Bir bayram günü, İbrâhim halkın içinde iken yıldızlara bir göz atıp: “Ben, galiba hastayım!” dedi.

“Yıldızlara bakma” düşünmeyi ifade eden bir deyimdir. Nitekim bir şey düşünen kimse gayr-ı ihtiyarî bakışlarını gökyüzüne çevirir.

Halk hastalıktan korktuğu için, kendilerine de bulaşmasın diye, onun yanından uzaklaştılar.

90 – Derhal onun yanından uzaklaştılar.

91-92 – O da çaktırmadan putların yanına sokuldu. Onlara takdim edilmiş öylece duran yemekleri görünce: “Buyursanıza, neden yemiyorsunuz?” Neyiniz var, neden konuşmuyorsunuz?” dedi.

93 – Hiddetini tutamıyarak iyice yaklaşıp putlara kuvvetli bir darbe indirdi.

94 – Bunu haber alan halk, telaşla ve sür’atle onun yanına gittiler.

95-96 – O da: “Â! Siz ellerinizle yonttuğunuz bu heykellere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah’tır.” dedi.

97 – Sonunda: “Haydin, dediler, onun için bir odun yığını hazırlayın da onu ateşin içine atın!”

[21,68-69;29,24]

98 – Ona tuzak hazırlamak istediler, ama Biz heveslerini kursaklarında bıraktık. Asıl kendilerini perişan ettik.

99 – İbrâhim dedi ki: “Ben, Rabbimin gitmemi emrettiği yere doğru gidiyorum, O elbet bana yol gösterecektir.”

100 – “Ya Rabbî, salih evlatlar lütfet bana!”

101 – Biz de ona aklı başında bir oğul müjdeledik.

Bu duadan Hz. İbrâhim (a.s.)’ın o zaman çocuğu olmadığı sonucu çıkarılabilir. Hz. İsmâil ile Hz. İshak’ın, iyice yaşlandığı sırada verildiği (14,39) bilinince, duasına uzun yıllar sonra icabet edildiği anlaşılır.

102 – Çocuk büyüyüp yanında koşacak çağa erişince bir gün ona: “Evladım, dedi, ben rüyamda seni kurban etmeye giriştiğimi görüyorum, nasıl yaparız bu işi, sen ne dersin bu işe!”

Oğlu: “Babacığım! dedi, hiç düşünüp çekinme, sana Allah tarafından ne emrediliyorsa onu yap. Allah’ın izniyle benim de sabırlı, dayanıklı biri olduğumu göreceksin!”. [19,54-55]

Hz. İbrâhim oğlunu kurban ettiğini değil, kurban etmeye giriştiğini görmüştü.

103-105 – Her ikisi de Allah’ın emrine teslim olup, İbrâhim oğlunu şakağı üzere yere yatırıp, Biz de ona: “İbrâhim! Rüyanın gereğini yerine getirdin (onu kurban etmekten seni muaf tuttuk)” deyince (onları büyük bir sevinç kapladı). Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!

Bu âyetlerden, Peygamberlerin rüyasının vahiy şekillerinden biri olduğu anlaşılıyor. Aksi takdirde Allah onu uyarır ve Kur’ânda böylesine bir yanlış anlaşılmaya engel olurdu.

Kurbanlık çocuğun adı Kur’ân’da açıklanmaz. Müfessirlerden İsmâil diyenlerin yanında İshak olduğunu söyleyenler de vardır. Ekseriyet birinci görüştedir. Yahudi – Hıristiyan geleneği ise İshak olduğunu söyler.

106 – Bu, gerçekten pek büyük bir imtihandı. [53,37]

107 – Oğluna bedel ona büyük bir kurbanlık verdik.

108 – Sonraki nesiller içinde ona da iyi bir nam bıraktık: ki o da, bütün milletler tarafından şöyle denilmesidir:

109 – “Selam olsun İbrâhim’e!”

110 – Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!

111 – Gerçekten o Bizim tam inanmış has kullarımızdandı.

112 – Biz de ona, salih kişilerden, üstelik peygamber olacak bir evladı, İshak’ı müjdeledik.

113 – Kendisine de İshak’a da feyiz ve bereketler verdik. Onların neslinden gelenler arasında iyi davranan da var, kendi nefsine açıkça zulmeden de!

Bu âyetle kurban kıssasının anlatılış hikmetine işaret ediliyor. Hz. İbrâhim (a.s.)’ın iki oğlu Hz. İshak (a.s.)’dan Yahudi ve Hıristiyanların mensub olduğu İsrailoğulları, Hz. İsmâil (a.s.)’dan ise Araplar ve diğer müslümanlar dünyaya yayılmışlardır. Dünyadan nice soy ve sülale geçip gitmiş, onların isimleri bile kalmadığı halde Allah Hz. İbrâhim’in nesline bu bereket ve şerefi vermiştir. Allah Teâla bu kıssayı anlatmakla onlara şöyle demek istiyor: “Sizin ecdadınız İbrâhim, İsmâil ve İshâk (aleyhimü’s-selam), ihlasları ile bu şerefe yükseldiler. Siz de onlar gibi olmak isterseniz bu ihlası kazanmaya çalışın. Yoksa, önderlik soydan ileri gelmez. Nitekim onların soylarından iyiler gibi, zalimler de bulunmaktadır.”

Yirminci asrın son çeyreğinde Batı Hıristiyanlık dünyası başta olarak birçok yerde “Hz. İbrâhim’de birleşme” temennileri dile getirilmeye başlamıştır. Bu üç ümmet Hz. İbrâhim’e lâyık nesiller oldukları nisbette dünyada hayır ve faziletin ağır basacağı rahatlıkla söylenebilir.

114 – Biz Mûsa ile Harun’a da nübüvvet vererek ihsanda bulunduk. [21,48]

115 – Onları da, milletlerini de müthiş bir gaileden kurtardık.

116 – Hem onlara yardım ettik de, galip gelenler onlar oldular.

117 – Kendilerine gerçekleri apaçık gösteren o kitabı verdik.

118 – Onları doğru yola ilettik!

119 – Sonraki nesiller içinde onlara da iyi bir nam bıraktık.

120 – “Selam olsun Mûsâ ile Harun’a”

121 – Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!

122 – Gerçekten onlar, Bizim tam inanmış has kullarımızdandı.

123 – İlyas da şüphesiz resullerdendi.

Hz. İlyas İsrailoğullarından olup, m. ö. 9. asırda Filistin bölgesinde yaşamıştır. Dinler Tarihi araştırmalarının bulgularına göre, Babil’den Mısır’a kadar geniş bölgede Ba’l adı ile Allah’a ibadet edilmiştir. Bu kelime: Efendi, Sahip, lider bazan da koca anlamına gelir. Onlar başlangıçta hak Tanrı’ya bu isim ile ibadet ederken, sonraları şirke bulaştıkları anlaşılıyor.

124-126 – Hani o halkına şöyle demişti: Siz hâla şirkten ve günahlardan sakınmayacak mısınız? Sizin de, gelip geçmiş atalarınızın da Rabbi olan Allah’ı, o Mükemmel Yaradanı bırakıp hâla Ba’l’e tapmaya mı devam edeceksiniz?

127 – Fakat bunlar onu yalancı saydılar. Bundan ötürü de, onlar tutuklanıp hesap günü mutlaka yargılanacak ve cehenneme götürüleceklerdir.

128 – Ancak Allah’ın ihlasa erdirdiği kulları böyle olmaz.

129-130 – Sonraki nesiller içinde ona da iyi bir nam bıraktık. “Selam olsun İlyas’a!”

Hayatında çok kötü davranışlara mâruz bıraktıkları Hz. İlyas (a.s.)’a İsrailoğulları vefatından sonra Hz. Mûsâ’dan sonra, en büyük saygıyı beslemişlerdir. Onun göğe kaldırılıp dünyaya yeniden doğacağı inancı İsrailoğullarında yaygındı (Ta II. Tarihler 21,12-15; Kr I 17, 18; 19,21; Kr II 1,3-16).

131 – Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!

132 – Gerçekten o bizim tam inanmış has kullarımızdandı.

133 – Lût da şüphesiz, resullerdendi.

134-135 – Onun suçlu kentini cezalandırırken, geride kalanlar arasında yer alan yaşlı eşi hariç, kendisini ve ailesini kurtardık.

136 – Sonra da ötekileri imha ettik.

137-138 – Siz de sabah akşam onların diyarlarına uğrarsınız. Hâla aklınızı kullanmayacak mısınız?

139 – Yûnus da şüphesiz resullerdendi.

140 – Hani o, Rabbinden izinsiz kaçıp yolcusunu doldurmuş gemiye kendini atmıştı.

141 – Kur’a çekmiş, kur’ada kaybedenlerden olunca denize atılmıştı.

142 – O yaptığından ötürü pişman bir vaziyette iken balık onu yutuverdi.

143-144 – Şayet Allah’ı çok zikreden, ibadetli kimselerden olmasaydı, tâ mahşere kadar onun karnında kalırdı.

Hz. Yunus (a.s.) ın kıssası için bkz. 21,87.

Allah Teâla, inkârlarında ısrar eden bu halka, elçisi Yunus (a.s.) vasıtasıyla helâk edici azap vaad etti. Bununla beraber, onların bu azapla imha edilmemeleri ihtimali de vardı. Dolayısıyla Yunus (a.s.) için, evla yani en iyi tutum, halkını dine dâvete devam etmesi idi (Razî). Azap gelmek üzere olduğundan o ayrılıp gemiye bindi. Daha matlub olan tutumu terk ettiğini görerek çok üzüldü. Daha sonra Allah onu kurtarıp o da sahile çıktığında, ahaliden iman edenler olduğunu görünce bu içtihadında isabet etmediğini anlamıştı. Bu kıssada esas hedef, tövbenin af sebebi olduğunu bildirmektir. Vallahu a’lem.

Bazı rasyonalistler, balığın onu yutmasını tevil etmek isterler. Bu olay bir mûcize olarak pekâla gerçekleşmiştir. Kaldı ki mûcize olmaksızın bile normal şekilde şöyle bir olay cereyan etmişti: 1891’de İngiltere’de balina avında bir balıkçı denize düşmüş ve bir balina da onu yut-muştu. Bir iki gün sonra o balık ölü olarak bulununca, yutmasından 60 saat geçtiği halde o kişi balığın karnından canlı olarak çıkartılmıştı (Urdu Digest, Şubat, 1964’den Mevdudî, Tefhim, bu âyetlerin tefsirinde).

145 – Derken Biz onu ağaçsız çıplak bir sahile attık, o bitkin bir halde idi.

146 – Üzerine gölge yapması için, orada asma kabak cinsinden bir ağaç bitirdik.

147 – Biz onu yüz bin nüfuslu bir şehre göndermiştik, hatta gittikçe nüfusları artıyordu da. “Bu âyette: “Biz onu, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.” diye de mâna verilebilir. Allah Teâla dileseydi, elbette o halkın sayısını tam olarak bildirirdi. Maksat: Bir kişi oraya girdiğinde yüz bin veya daha fazla olduğunu tahmin ederdi.” demektir.

148 – Yûnus onları tekrar hakka çağırınca, bu sefer iman ettiler. Biz de belirli bir süreye kadar onları hayattan istifade ettirdik.

149 – Onlara (Mekkelilere) sor bakalım: (hâla şirklerine devam edip) kız evlatları senin Rabbine, erkek evlatları da kendilerine mi isnad edecekler? [16,58; 53,21-22; 43,19; 17,40]

150 – Yoksa Biz melekleri dişi yaratmışız da onlar buna şahit mi olmuşlar?

151-152 – Haberiniz olsun ki onlar sırf iftira ederek “Allah doğurdu” derler. Onlar yalancıların ta kendileridirler.

153 – Allah kızları oğullara tercih mi etmiş?

154 – Ne olmuş size, aklınızı mı kaybettiniz? Ne biçim hüküm veriyorsunuz öyle!

155 – Hâla düşünüp Allah’ın bundan münezzeh olduğunu anlamayacak mısınız?

156 – Ne o, yoksa sizin açık bir deliliniz mi var?

157 – Eğer iddianızda tutarlı iseniz getirin o kitabınızı!

158 – Bir de tutup Allah ile melekler arasında bir soy bağı uydurdular!

Ama o melekler, bunu iddia eden müşriklerin yargılanıp cehenneme tıkılacaklarını pek iyi bilirler.

159 – Ve şöyle derler: “Allah onların iddia ettikleri şeylerden münezzehtir, çok yücedir.”

160 – Ancak Allah’ın ihlasa erdirdiği kulları böyle olmaz, cehenneme götürülmezler.

161-163 – “Ey müşrikler! Ne siz, ne de sizin Allah’tan başka ibadet ettikleriniz,

-ille de cehenneme girmek isteyen kimseler hariç-

Allah’a yönelmek isteyen herhangi bir kulu yoldan çıkaracak bir kuvvete sahip değilsiniz.”

164 – “Bizim her birimizin belli bir makamı ve yeri vardır.

165 – Saf saf dizilenler biziz.[37,1]

166 – Allah’ı zikredip O’nu tenzih edenler biziz.” [21,26-29]

167–169 – Müşrikler önceleri: “Eğer, derlerdi, daha önceki milletlere verilen kitap gibi bir kitap bizde de olsaydı, biz de yalnız Allah’a ibadet eden halis kullarından olurduk.” [35,42; 6,156-157]

170 – Ama şimdi onu red ve inkâr ettiler;

Fakat yakında öğrenirler!

171-173 – Şu kesindir ki, Biz resul olarak gönderdiğimiz kullarımıza söz verdik ki onlar yardımımıza mazhar olacaklar ve Bizim ordumuz mutlaka galip gelecektir. [58,21; 40,5]

Âyette geçen “ordumuz”, yani Allah’ın ordusundan maksat Resûlullah (a.s.) ile birlikte mücahede eden ve onun tebliğ ve cihadını devam ettiren müminlerdir. Ayrıca Allah tarafından müminleri desteklemekle görevlendirilen gaybî ordular da olabilir. Ancak bu, müminlerin her zaman siyasî sahada galibiyet sağlayacakları mânasına gelmez. Esasen galip gelinecek sahalar çoktur ve siyaset bunlardan sadece biridir. Nitekim peygamberler siyasî yönden galip gelmedikleri yerlerde, ahlâk ve faziletle başarı sağlamışlardır. Ancak, cahiliyye düşünceleri bir süre üstün çıksa bile, kısa bir zaman sonra silinip gitmişlerdir. Fakat peygamberlerin getirdikleri gerçekler, binlerce yıldan beri hakikat olarak devam etmektedir. Demek ki müminler, hüccet yönünden her zaman üstündürler (Mevdûdî, Tefhim).

174 – Artık bir süre sen onlardan uzak dur!

175 – Onları gözetle! Zaten kendileri de başlarına geleceği yakında göreceklerdir.

176 – Şimdi onlar azabımızın çarçabuk başlarına gelmesini gerçekten istiyorlar mı?

177 – Eğer öyleyse, şunu bilsinler ki, azap onların yurtlarına inerse,

o uyarılıp da yola gelmeyenlerin varacakları sabah çok fena bir sabah olacaktır!

178 – Artık sen bir süre onlardan uzak dur.

179 – Başlarına inecek azabı gözetle! Zaten kendileri de yakında gerçeği göreceklerdir.

180-182 – İzzet ve kudret Rabbi olan senin Rabbin, onların bütün batıl iddialarından münezzehtir, yücedir.

Selam bütün peygamberlere.

Bütün hamdler âlemlerin Rabbi Allah’adır.

Saffat suresinin bu son üç ayeti Allah’ın her türlü eksikten münezzehiyetini, karşı konulamıyacak izzetini, bütün âlemlerin rabbi olarak övgüye asıl kendisinin layık olduğunu bildirip insanlık tarihi boyunca gelen bütün peygamberlere selam görevini de müminlere hatırlatmaktadır. Bu özelliğiyle dualardan ve Kur’an okunduktan sonra bu âyetlerle son verme âdeti pek güzel bir gelenek olmuştur. Bazı tefsirler bu üç âyetin fazileti hakkında İbn Ebî Hâtim’in Şa’bî vasıtasıyla Hz. Peygamberden naklettiği şu hâdise yer verirler: “Her kimi, kıyamet günü, mükafatını tam ölçekle almak memnun edecekse bulunduğu meclisten kalkacağı sırada Subhane Rabbike… desin” (Kurtubî, Suyutî, Alûsî).

Exit mobile version