Hicri 9. yılda Medine’de nâzil olmuş olup 129 âyettir. Tövbe ismi, sûrenin ihtiva ettiği konulardan birinden gelmektedir. Kelimenin Arapça aslı tevbe olmakla beraber, biz Türkçede yerleşmiş şeklini kullandık. Sûrenin meşhur olan ikinci ismi Berâe ise, sûrenin ilk kelimesidir. “İlişiği kesmek, ihtâr, ültimatom” anlamlarına gelir. Tövbe sûresi konu itibariyle, bir önceki Enfal sûresinin devamı gibidir. Başında besmele yazılı olmayan tek sûredir. Sebebi, Hz. Peygamber (a.s.)’ın böyle yapmış olmasıdır. Sûre başlarında besmelenin hükmü konusunda beş farklı görüşe sahip olan Müslümanların, yalnız burada besmelenin yazılamayacağında ittifak etmeleri, Kur’ân metninin en ufak bir değişikliğe mâruz kalmadığının delillerinden biridir.
Bu sûrenin en önemli konuları, müşrikler ve Ehl-i kitaba uygulanacak hükümler ile Hz. Peygamber (a.s.)’ın Bizans ordusuna karşı çıktığı Tebük seferi esnasında Müslümanların halet-i rûhiyelerini ortaya koymaktır.
Müslüman tarafında “beşinci kol” şeklinde çalışan ve müşriklerden daha tehlikeli olan münafıklardan, tafsilatlı olarak bahseder ve onların, İslâm birliğini parçalamak için Mescid-i Dırar’ı kurmalarına değinir.
Sûrenin sonun da müminlerin haiz olmaları gereken bazı vasıfları, cihada teşviki, Allah’ın, resul göndermek sûretiyle insanlara gösterdiği lütfu ifade eder.
1 – Allah ve Resulünden, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere son ihtar!
Hicretin 9. yılında Hz. Peygamber (a.s.) Müslümanları Hz. Ebû Bekr (r.a)’ın emirliği altında hacca göndermişti. O esnada bu âyet indirilince Hz. Peygamber bu buyruğu hacda toplanan insanlara tebliğ etmek için Hz. Ali (r.a)’ı, görevlendirdi. Bayramın birinci günü Akabe cemresi yanında hacılara hitab edip sûrenin başından 30 kadar âyeti tebliğ ederek özellikle şu dört şeyi vurguladı: 1. Bu yıldan sonra Kâbe’ye hiç bir müşrik giremeyecek. 2. Hiç kimse çıplak olarak Kâbe’yi ziyaret etmeyecek. 3. Müminlerden başkası cennete giremeyecek. 4. Müşrik kabîleler tarafından bozulmamış sözleşmeler, anlaşma süresinin sonuna kadar yürürlükte kalacak.
2 – Bu günden itibaren yeryüzünde dört ay istediğiniz gibi dolaşın ve şunu bilin ki siz Allah’ın elinden hiçbir şekilde kaçıp kurtulamazsınız ve Allah kâfirleri rüsvay edecektir. [6,134]
3 – Bu Büyük Hac günü, Allah ve Resulünden insanlara şunu ilan edin ki: “Allah da, Resulü de müşriklerden beridir. Şayet şirkten tövbe edip tevhide yönelirseniz bu, elbette sizin için daha hayırlı olur. İyi biliniz ki siz Allah’ın elinden kurtulamazsınız. Kâfirleri pek acı bir azapla müjdele! [2,196]
4 – Ancak kendileriyle antlaşma yapmanızdan sonra, şartları hiç bir şey eksiltmeksizin tamamen yerine getiren ve sizin aleyhinizde hiçbir kimseye destek vermeyen müşrikler, bu hükmün dışındadırlar.
Bunlarla sözleşmenin müddeti tamamlanıncaya kadar antlaşma şartlarına riayet edin. Allah, Kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever.
5 – O halde, haram aylar çıkınca artık öbür müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tutun.
Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse onları serbest bırakın. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur). [2, 191; 9, 29-73; 66,9; 69,9]
6 – Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyip yanına gelmek isterse, sen ona güvence ver, ta ki Allah’ın kelamını dinlesin, düşünsün. Sonra şayet Müslümanlığı benimsemezse onu, kendisini güvenlikte hissedeceği yere (vatanına) ulaştır.
Öyle! (Bu sığınma ve gönderme işlemini yapmalı), zira onlar İslâm’ın gerçek mahiyetini bilmeyen bir topluluktur.
7 – O müşriklerin Allah yanında, Resulü yanında nasıl olup da bir ahitleri olabilir ki! (olamaz, zira onlar daima hainlik edip verdikleri sözden dönerler).
Mescid-i Haram’ın yanında antlaşma yaptıklarınız bundan müstesna olup, onlar size karşı dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın!
Allah, Kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever.
8 – Evet, onların nasıl ahitleri olabilir ki, eğer size galip gelecek olurlarsa sizin hakkınızda ne ahit, ne yemin, ne hukuk, hiç bir şey gözetmezler.
Ağızlarıyla güya sizin gönlünüzü alırlar, kalpleri ise nefret duyup kaçınır. Çünkü onların ekserisi Allah’ın yolundan çıkmış fâsıklardır. [2,26]
9 – Onlar Allah’ın âyetlerini az bir dünya menfaati karşılığında sattılar da Allah’ın yolundan insanları alıkoydular. Gerçekten onlar ne fena iş yapıyorlar!
10 – Müminler hakkında ne ahit, ne yemin, ne hukuk, hiçbir şey gözetmezler.
Bunlar öyle saldırgan kimselerdir!
11 – Bununla beraber kâfirlikten vazgeçip tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse artık sizin din kardeşleriniz olurlar.
Bilip anlayacak kimseler için Biz âyetlerimizi iyice açıklarız.
12 – Eğer anlaşmadan sonra yeminlerini bozarlar, bir de dininize hücum ederlerse, artık kâfir güruhunun o öncüleri ile savaşın!
Çünkü onların gerçekte artık yeminleri ve ahitleri kalmamıştır. Umulur ki, hiç değilse bu durumda, inkâr ve tecavüzlerinden vazgeçerler.
Onların yeminleri yoktur, zira onlar yeminlerine riayet etmezler, aykırı davranmakta mahzur görmezler.
Demek ki savaşta hedefiniz, işkence ve eziyet edenlerin mesleğini tutup da eza ve cefada bulunmak değil, ısrarla sürdürdükleri küfür hallerinden onları vazgeçirmek olmalıdır.
13 – Ahitlerini ve yeminlerini bozup
Peygamberi vatanından sürmeye teşebbüs eden bir toplulukla savaşmayacak mısınız ki,
aslında savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuşlardı.
Ne o, yoksa onlardan korkuyor musunuz?
Ama eğer mümin iseniz, asıl Allah’tan çekinmeniz gerekir. [60,1; 8,30; 17,76]
14-15 – Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rüsvay etsin, onlara karşı size yardım edip
zafer yolunu açsın, müminlerin gönüllerini ferahlatsın, kalplerindeki kin ve öfkeyi gidersin.
Allah Teâlâ dilediğine tövbe de nasib eder. Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Nitekim küfrün önde gelenlerinden Ebû Süfyan bin Harb, Safvan İbn Ümeyye, İkrime İbn Ebû Cehil, Süheyl İbn Amr gibi reisler, Mekke’nin fethinden sonra tövbe edip, İslâm’ı kabul etmişlerdir.
16 – Yoksa siz, Allah sizden mücahede edenlerle Allah’tan, Resulünden ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri iyice ortaya çıkarmadan, kendi halinize bırakılacağınızı mı zannettiniz?
Halbuki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. [29,2 – 3; 3,142 – 179]
Âyetteki “ve lemmâ ya’lem” tabirinden maksat: “Allah sizden mücahede edenler ve müminler dışında sırdaş edinmeme imtihanını kazanacak halis müminleri ortaya çıkarmadan sizi kendi halinize bırakmaz.” demektir.
17 – Müşrikler, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahit iken, Allah’ın mescidlerini mâmur etmeleri kabil değildir.
Çünkü onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ateşte daimi kalacaklardır.
Mâmur etmek: Bina etmek, bir de oralarda ibadete devam ederek şenlendirmek şeklinde olur. Bu âyette mesacid, tekil mânada Mescid-i Haram diye tefsir edilir. Zira orası bütün mescitlerin kıblesidir, imamıdır. Ayrıca oranın her tarafı mesciddir; halbuki diğer mescitlerde bu özellik yoktur.
Burada nefyedilen durum, müşriklerin oraya girme liyakatlerini reddetmektir. Yoksa bu işin fiilen varlığı ayrı konudur.
18 – Allah’ın mescitlerini ancak Allah’ı ve âhireti tasdik eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka kimseden çekinmeyen müminler bina edip şenlendirir.
İşte onlar cennete ve bütün muratlarına kavuşmayı umabilirler.
19 – Siz hacca gelenlere su dağıtma ve Mescid-i Haramı mâmur etme işini,
Allah’a ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden müminin işi ile bir mi tutuyorsunuz?
Bunlar Allah indinde eşit olmazlar. Allah zalimleri umduklarına eriştirmez.
Onlar ısrarla inkâr ve zulümlerine devam ederken Allah onları zorla hidâyete erdirmez. Keza onları, kötü emellerine nail etmez.
20 – İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah indinde daha yüksek derecelere sahiptirler ve işte onlardır umduklarına nail olanlar.
21 – Rab’leri kendilerinin, katından bir rahmete, rızasına ve içinde daimi nimetler bulunan cennetlere gireceklerini müjdeler.
22 – Onlar o cennetlerde ebediyyen kalacaklardır.
Muhakkak ki en büyük mükâfat Allah’ın yanındadır.
23 – Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile veli edinmeyin!
İçinizden onları veli edinenler, zalimlerin ta kendileridir. [3,28; 58,22]
Veli: hâmi, koruyucu, birinin işlerini deruhde eden kimse, yönetici, destek veren yardımcı, dost anlamlarına gelir.
24 – De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, ter dökerek kazandığınız mallar, kesada uğramasından endişe ettiğiniz ticaret, hoşunuza giden konaklar, size Allah’tan ve Resulünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ve önemli ise…
o halde Allah emrini gönderinceye kadar bekleyin!
Allah fâsıkları umduklarına eriştirmez.
Gerçek Müslüman servet, ticaret, mal, mülk sahibi olabilir. Güzel konaklarda oturabilir. Fakat bunları hiçbir zaman kalbine yerleştirmez. Hele hele Allah’tan, Allah yolundan ve O’nun yolunda cihad etmekten daha önemli hale getirmez.
Bununla beraber Ebu’s-suûd Efendinin dediği gibi bu âyette öyle bir tehdit vardır ki: Allah’ın hususî lutfuna mazhar olmayan hiç kimse bundan kurtulamaz.
25 – Şu kesindir ki Allah size birçok savaşta yardım etti, Huneyn günü de… O gün ki sayıca çokluğunuz sizi böbürlendirmiş ama bu, size fayda etmemişti.
Olanca genişliğine rağmen, dünya başınıza dar gelmişti.
Sonra da bozguna uğrayarak düşmana arka çevirip kaçmaya başlamıştınız.
26 – Sonra Allah, Resulünün ve müminlerin üzerlerine sekinetini, güven veren rahmetini indirmiş, sizin göremediğiniz ordular göndermişti de Kendisini tanımayan o kâfirleri azaba uğratmıştı.
İşte kâfirlerin cezası budur! [2,248]
27 – Sonra Allah, bu savaşın peşinden, onlardan dilediği kimseleri küfürden dönüş yapmaya muvaffak eder. Zira Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur).
28 – Ey iman edenler! Müşrikler bir pislikten ibarettir. Onun için, bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar.
Eğer yoksulluktan endişe ederseniz, Allah dilerse, sizi lütfundan zenginleştirir. Çünkü Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Müşrikler bedenleri itibariyle, maddî varlıklar yönünden değil, batıl inançları, ahlâkî telakki ve davranışları bakımından necis sayılmaktadırlar. Mescid-i Harama girmeleri bundan dolayı yasaklanmıştır.
29 – Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, âhiret gününe de iman etmeyen,
Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın!
Dinu’l-hakk izafeti “Hak dini” demek olup “hak din” den daha kuvvetlidir. İslâm’ın hakka teslimiyet esasına dayandığını Allah’ın hakkını, bütün hakların temeli saydığını, hakların kutsallığını ifade eder. (Geniş bilgi için: M. H. Yazır’ın “Hak Dini” tefsirine bkz.)
Bu âyet, Ehl-i kitabın Allah’a ve âhirete gereğince iman etmediklerini, gerçek dini kabul etmediklerini bildiriyor: Çünkü onlar Allah’ı kemal sıfatlarıyla muttasıf ve eksiklerden münezzeh olarak tanımıyorlar, âhiretin gerçek mahiyetini anlayamıyorlardı.
Bunlarla savaşmak için, evvela onların saldırmaları şarttır (2, 190). Hz. Peygamber (a.s.) müşrik araplarla ancak İslâm’ı imha etmek için silaha sarıldıklarında harbetti. Hıristiyanlar da Müslümanları ortadan kaldırmak için, İslâm devletine karşı kuvvet hazırlayıp hücum ettikleri zaman onlara karşı hazırlandı ve karşı tarafın saldırmaya hazır olmamasını fırsat bilerek baskın yapmadı. Aksine, harbetmeden geri döndü.
Cihadın gayesi gayri Müslimleri kuvvet kullanarak İslâm’a sokmak değil, İslâm’a karşı çıkan kuvvet kalmamasını sağlamaktır. Cizye, İslâm devletinin, gayri müslim vatandaşlarından aldığı cüz’î bir vergidir. Müslümanların verdiği zekât nisbetinden fazla değildir. Devletin sunduğu hizmetler karşılığı olarak alınır.
30 – Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da “Mesih, Allah’ın oğludur.” dediler.
Bu onların ağızlarında geveledikleri sözlerden ibarettir.
Onlar, sözlerini daha önce geçmiş kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Hay Allah kahredesiler! Nasıl da haktan batıla döndürülüyorlar?
“Allah’ın evlatları” tabiri Kitab-ı Mukaddes’te “müminler” hakkında kullanılır: Tk 6,2; Ts 14,1. Mt 26, 63; Lk 3,38. Hz. Îsâ hakkında: Matta 16,16.
Üzeyr, muhtemelen İsrailoğullarının peygamberlerinden Ezra’dır. M.Ö. 5. asırda yaşamış olup, mevcut şekliyle Tevrat metni onun tarafından tesbit edilmiştir. Yahudiler, Allah’ın kırk gün boyunca Tevrat’ı ona ilham edip yazdırdığına inanırlar. Yahudiliğin dinî, millî ve siyasî tarihinde böyle merkezî bir rolü olan bu zâtın çok yüceltildiği ve Yemen’de yaşayan Sadûkiyye Yahudilerinin ona “Allah’ın oğlu” dedikleri bilinmektedir. Kur’ân bunu Yahudilerin hepsine mal etmemektedir. Âyetin son kısmı bu semavî dinlerin, eski Mısır, Yunan, Roma, Pers ve Hindistan gibi yerlerde vaktiyle yaşamış şirk inançlarından etkilendiklerini ifade ediyor.
31 – Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesih’i Allah’tan başka Rab edindiler.
Halbuki onlara bir tek İlâha ibadet etmeleri emr olunmuştu. Ondan başka İlah yoktur.
O, onların ortak koştukları şirkten münezzehtir.
Rab edinme, onlara secde etme mânasında değil, din adamlarının haram ve helâl kılma yetkilerine inanmaları, onları hatasız kabul etmeleri anlamındadır.
32 – Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler.
Allah ise, nûrunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz.
Kâfirler isterse hoşlanmasınlar! [8,8]
Allah’ın nûrundan maksat, İslâm veya Kur’ân-ı Kerimdir.
33 – O’dur ki Resulünü, bütün dinlere üstün kılmak için hidâyetle ve hak dini ile gönderdi.
Müşrikler isterse hoşlanmasınlar!
34 – Ey iman edenler! Doğrusu hahamların ve rahiplerin çoğu halkın mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırırlar.
Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya,
işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele!
35 – Yığılan bu altın ve gümüş cehennem ateşinde kızdırılarak, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara:
“İşte! denilecek, sizin nefisleriniz için yığıp hazineye tıktıklarınız! Haydi tadın bakalım o tıktığınız şeyleri!” [44,48-49]
36 – Doğrusu, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü kesin hükmünde, ayların sayısı on iki ay olup bunlardan dördü haram (saygın) dır.
İşte doğru hesap budur.
O halde bu aylarda kendinize zulmetmeyin,
ve müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın!
ve bilin ki Allah, ilahî sınırlara saygılı olup fenalıklardan sakınanlarla beraberdir. [22,25; 2,191-194]
Maksat, 37. ayette reddedilen nesî’ uygulamasının zulüm olduğunu bildirmektir. Ayrıca şu mana da vardır: “ Bu haram aylarda cihadı bırakmak veya ertelemek suretiyle düşmanlarınızın size savaş açmasına meydan verip, kendinizi kıtale uğratarak nefislerinize zulmetmeyiniz!”
37 – Haram (saygın) ayların yerlerini değiştirip ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir.
Öyle yapmakla, kâfirler büsbütün şaşırtılırlar.
Allah’ın saygın kıldığı sayıya denk getirmek üzere onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ve böylece Allah’ın haram kıldığını helâl kabul ederler.
Kötü işleri kendilerine süslenip güzel gösterildi.
Allah kâfirleri umduklarına eriştirmez.
Nesî uygulamasının gayesi, peş peşe gelen haram aylar arasına boşluk koymak ve hac mevsimini devamlı sûrette aynı zamana denk getirmekti. Zira bu aylardaki savaş ve yağma yasağı ve ibadet uygulaması kendilerine ağır geliyordu. Ay yılı ile Güneş yılını denk getirmek için, yıla bir ay daha ekliyorlardı. Böylece hac 33 yıl boyunca gerçek tarihinin dışında yapılıyor, ancak 34. yılda gerçek Zilhıcce’de ifa edilebiliyordu. Hz. Peygamber (a.s.)’ın veda haccı, gerçek hac mevsimine denk gelmişti. Hicri 9. yıldaki veda haccından beri hac günleri gerçek tarihinde yapılmaktadır. Oysa nesî uygulaması, ibadetleri farklı mevsimlerde uygulatmayı dileyen, ilahî hikmete aykırı idi.
Kâfir, iradesini hep küfür yolunda ısrar etmeye sarf ederse, Allah zorla onu hidâyete erdirmez. Bundan, şu mâna da kasdedilebilir: “Allah o kâfirleri, emellerine nail etmez, onlara muvaffakıyet yollarını göstermez.”
38 – Ey iman edenler! Size ne oldu ki “Allah yolunda seferber olunuz!” emri verilince bulunduğunuz yere yığılıp kaldınız?
Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz?
Ama iyi bilin ki dünya hayatının zevki, âhiretin yanında pek az bir şeydir!
39 – Eğer topyekûn seferber olmazsanız,
Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir. [47,38]
40 – Eğer Siz Peygambere yardımcı olmazsanız,
Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine yardım eder.
Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına: “Hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir.” diyordu.
Derken Allah onun üzerine sekinetini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin dâvasını alçalttı.
Allah’ın dini ise zaten yücedir. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Hz. Peygamber (a.s.m.)’ın Hz. Ebû Bekir (r.a) ile hicret ettiği sırada, Mekke’nin güneyindeki Sevr mağarasında üç gün kalmalarına işarettir.
41 – Ey müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz,
Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz!
Eğer anlıyorsanız, sizin için hayırlı olan budur.
Hifafen ve sikalen: Hangi halde olursanız olunuz: Kolaylık veya güçlük, sağlık veya hastalık; zenginlik veya fakirlik, çoluk çocuğun azlığı veya çokluğu, piyade veya süvari, genç veya ihtiyar mânalarına gelir.
42 – Eğer dâvet olundukları seferde peşin bir ganimet bulunsa ve orta yollu bir mesafe olsaydı, mutlaka senin peşinden gelirlerdi; fakat meşakkatli yol onlara pek uzak geldi.
Bununla beraber “Eğer gücümüz yetseydi muhakkak sizinle beraber sefere çıkardık.” diye yemin edeceklerdir.
Onlar bu yalanlarıyla kendilerini mahvediyorlar. Çünkü Allah onların yalancı olduklarını kesinlikle bilmektedir.
Tebük seferi, hicri 9. yılda, çok güçlü olan Bizans İmparatorluğuna karşı olacaktı. Yolculuk çok uzun, mevsim kavurucu yaz sıcaklarının olduğu mevsim idi. Bu durum, münâfıklığın ortaya çıkmasına sebep oldu.
43 – Hay Allah seni affedesice! Niçin sence doğru söyleyenler iyice belli oluncaya
ve yalancılar da meydana çıkıncaya kadar beklemeyip
izin isteyen o münafıklara izin verdin?
44 – Allah’ı ve âhireti tasdik edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihada katılmama hususunda senden izin istemezler. Allah, o takvâ ehlini pek iyi bilir.
45 – Senden katılmamak için izin isteyenler sadece Allah’ı ve âhireti tasdik etmeyenler, kalpleri şüphe ile çalkalanıp şüpheleri içinde bocalayıp duranlardır.
46 – Eğer onlar gerçekten sefere çıkmak isteselerdi, elbette onun için hazırlık yaparlardı.
Fakat Allah onların davranışlarını hoş görmeyip kendilerini engelledi ve kendilerine: “Oturun, oturanlarla beraber!” denildi.
47 – Şayet sizinle çıkmış olsalardı, bozgunculuk etmekten başka bir faydaları olmazdı.
Fesat ve fenalığı artırmaktan başka bir iş yapmazlardı.
Sizi fitneye düşürmek arzusuyla aranıza sokulup entrikalar çevirirlerdi.
Aranızda onlara kulak verenler de vardır. Allah o zalimleri pek iyi bilir.
48 – Gerçekten bunlar daha önce de fitne çıkarmak istemişler ve işleri tersyüz ederek seni yanıltmaya çalışmışlardı.
Nihayet, onlar hoşlanmasa da hakikat ortaya çıkmış ve Allah’ın emri galebe çalmıştı.
49 – İçlerinden bazıları: “Bana izin ver, beni fitneye ve isyana düşürme, başımı derde sokma!” der.
Bilmiş ol ki, fitneye zaten kendileri düşmüşlerdir. Cehennem elbette kâfirleri her taraftan kuşatacaktır.
50 – Sana bir iyilik gelirse onlar üzülürler ve eğer başına bir musîbet gelirse içlerinden, “Neyse ki biz daha önce tedbirimizi almıştık. Sorununuzu nasıl çözerseniz çözünüz!” deyip senin başına gelen felaketten dolayı keyifli keyifli arkalarını döner giderler.
51 – De ki: “Allah bizim hakkımızda ne takdir etmiş, ne yazmışsa başımıza ancak o gelir.
Mevlam’ız, sahibimiz O’dur.
Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.”
52 – Münafıklara de ki: “Bizim hakkımızda bekleyip gözlediğiniz, iki güzel şeyden, yani zaferden veya şehid olmaktan başka bir şey midir?
Biz ise Allah’ın, ya Kendi tarafından veya bizim ellerimizle sizi azaba uğratmasını bekliyoruz.
Bekleyin bakalım, biz de bekliyoruz!”
53 – De ki: “Allah yolunda, ister gönül rızasıyla verin, ister gönülsüz infak edin, verdikleriniz sizden hiçbir zaman kabul edilmeyecektir.
Çünkü siz, hak yoldan çıkmış fâsıklarsınız!”
Bu âyet, nifaklarını gizlemek için bazı maddî katkılarda bulunmak isteyen münâfıklara sert bir uyarıdır.
54 – Bu teberrûlarının kabul edilmemesinin tek sebebi şudur:
Çünkü onlar Allah’a ve Resulüne karşı inkâr ve nankörlük içindedirler.
Namaza ancak üşene üşene gelirler.
Yardımda bulunurken de istemeye istemeye, gönülsüz verirler.
55 – Onların ne mallarının ne de çocuklarının çokluğu seni imrendirmesin.
O hiç de önemli değil! Çünkü Allah bunlar sebebiyle dünya hayatında onlara sıkıntı çektirmeyi
ve canlarının kâfir olarak çıkmasını dilemektedir. [20,131; 23 – 55-56]
Nifaklarının şiddeti, kalplerinde samimî imana yer bırakmamaktadır. Kendileri bunu istedikleri için, Allah da böyle dilemiştir.
56 – O münafıklar yanınızda Allah’a yemin ederek sizden olduklarını ileri sürerler.
Aslında onlar sizden değildirler.
Doğrusu onlar kâfirlerin mâruz kaldıkları durumdan endişe etmeleri sebebiyle ödleri kopan bir topluluktur.
57 – Şayet sığınacakları bir yer, yahut barınabilecekleri mağaralar, hatta başlarını sokabilecekleri bir delik bulsalardı derhal o tarafa seğirtirlerdi.
58 – Onlardan bazıları da senin zekât ve sadakaları taksim edişine dil uzatırlar.
Bu mallardan kendilerine pay verilirse memnun olurlar, verilmeyince hemen kızıp öfkelenirler.
Zekât uygulaması sonucunda Müslümanlar mallarından % 2,5~% 20 nisbetinde Beytülmale veriyorlar. Bu da büyük bir yekûn teşkil ediyordu. Münafıklar aç gözlülükle, bu serveti Hz. Peygamberin şahsınınmış gibi düşünüyor, kendilerine düşen paydan çok fazlasını bekliyorlardı. Zekâtı akrabasına bile yasaklayan, bu konuda çok hassas ve dikkatli davranan Hz. Peygamber (a.s.m) onların bu aşırı isteklerini yerine getiremeyince dedikodu çıkarıyorlardı.
59 – Eğer onlar Allah’ın ve Resûlünün kendilerine verdiklerine razı olsalar ve: “Allah’ın lütfu bize yeter. Allah bize lütfundan yine verir, Resûlü de. Bizim isteğimiz sadece Allah’ın rızasıdır!” deselerdi, kendileri için elbette daha iyi olurdu.
60 – Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan görevlilere, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenlere, borçlulara,
Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve gariplere mahsustur.
Allah tarafından kesin olarak böyle farz buyuruldu. Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [2,177.215]
Zekât fonu bu sekiz sınıfa dağıtılır. Hz. Peygamberin ve yakın akrabaları Hâşimoğulları’nın zekât almaları haramdır. Zekât ahkâmının ayrıntıları fıkıh kitaplarında yer alır. Hz. Ömer (r. a.)’ın nasdaki delâleti fark edip bildirmesi üzerine Hz. Ebû Bekir (r. a.)’ın halifeliği sırasında, İslâma ısındırılacak olanların hisselerinin düştüğü hususunda ashab ittifak etti. Hanefî, Malikî ve Şafiî mezhepleri de bu icmaı aldılar. Müslümanların güçsüz olması halinde bu hissenin yine işletileceğini bu mezhep fakihleri bildirirler.“Allah yoluna” kısmına, sadece savaş giderleri değil, Allah’ın dinini yaymak için yapılan her türlü faaliyet dahildir.
61 – Onlardan bazıları Peygamberi incitmek için “O herkese kulak veren safın biridir.” derler. De ki:
“Evet, ama hep hakkınızdaki iyi sözlere kulak veren biridir,
Allah’a inanır, müminlere güvenir.
İman edenleriniz için bir rahmettir O!”
İşte bu Resulullahı incitenler yok mu? En acı azap onlara olacaktır.
62 – Sizin yanınıza gelir, gönlünüzü hoş etmek için Allah’a yeminler ederler,
Halbuki eğer bunlar mümin iseler, her şeyden önce Allah’ın ve Resûlünün rızasını düşünmeleri gerekirdi.
63 – Hâlâ şunu anlayıp öğrenmediler mi ki, kim Allah’a ve Resûlüne karşı çıkıp düşmanlık ederse, ona muhakkak cehennem ateşi var, hem de devamlı olarak orada kalacaktır.
İşte en büyük zillet, en feci rezalet!
64 – Münafıklar, kalplerinde gizledikleri küfrü yüzlerine vuracak bir sûrenin tepelerine inmesinden çekinirler
(bir yandan da sizinle alay ederler). De ki: “Eğlenin bakalım! Allah sizin o çekinip endişe ettiğiniz şeyleri meydana çıkaracaktır!” [58,8; 47,29 – 30]
Münafıklar içyüzlerini, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve Müslümanlar hakkında içlerinde sakladıkları gerçek düşüncelerini açıklayacak vahyin, ha geldi ha gelecek korkusu içinde idiler. Kur’ân’ın Allah’ın buyruğu olduğuna tam inanmasalar da, Resûlullah’ın birçok gizli halleri ortaya çıkardığına dair yeterli tecrübeleri olduğundan, bu korku onları hiç terk etmiyordu.
65 – Eğer kendilerine ettikleri alay hakkında soracak olursan, yaptıklarını gizler ve:
“Ciddi bir şey konuşmuyorduk, sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk!” derler.
Sen onlara kanmayıp, suçlarını itiraf etmişlercesine de ki:
“Demek, siz Allah ile, O’nun âyetleri ile ve Onun Resûlü ile eğleniyordunuz ha!”
Tebük seferine hazırlanan Müslümanların, müthiş Bizans orduları karşısında ne hallere düşeceğine dair senaryolar üretip kulis yaparak müminlerin de cesaretlerini kırmaya girişiyorlardı. Âyet onların maskelerini indiriyor.
66 – “Ey münafıklar! Hiç boşuna özür dilemeyin.
Gerçek şu ki: Siz iman ettiğinizi açıkladıktan sonra, içinizdeki inkârı açığa vurdunuz.
Sizden bir kısmınızı, (tövbeleri veya alay etmemeleri sebebiyle) affetsek de, bir kısmını suçlarında ısrar etmelerinden dolayı cezalandıracağız.”
67 – Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerine benzerler:
Kötülüğü teşvik edip iyiliği menederler
ve cimriliklerinden dolayı ellerini sımsıkı tutarlar.
Onlar Allah’ı unutup terk ettiler, Allah da onları terk etti. Şüphesiz ki münafıklar, hep itaat dışına çıkan fâsık kimselerdir. [45,34]
68 – Allah gerek münafık erkeklere, gerek münafık kadınlara, gerekse bütün kâfirlere, ebedî kalmak üzere girecekleri cehennem ateşini vaad etmiştir.
O onlara yeter! Allah onları rahmetinden uzaklaştırdı. Onlara devamlı bir azap vardır.
69 – Ey münafıklar! Sizin durumunuz tıpkı sizden önce helâk olan ümmetlerin durumuna benzer.
Üstelik onlar kuvvetçe sizden daha güçlü olup, malları daha fazla, evlatları daha çoktu.
Onlar bu dünyadaki nasipleri kadar istifade ettiler.
İşte sizden öncekiler nasıl öyle nasiplerince yaşadılarsa, siz de yine kısmetinizce yaşadınız.
Siz de o boş davalara dalanlar gibi daldınız.
Onların yaptıkları işler, hem dünyada hem de âhirette boşa gitti.
İşte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileri oldular.
70 – Kendilerinden önce gelip geçmiş milletlerin başlarına gelen olaylara dair haber onlara ulaşmadı mı?
Nuh kavminden, Âd, Semud ve İbrâhim kavminden, Medyen halkından ve şehirleri yerle bir edilen toplumdan haberdar olmadılar mı?
Onlara peygamberleri açık deliller getirdi ama inanmadılar, bundan dolayı Allah’ın gazabına uğradılar.
Ama onlara Allah zulmetmedi, lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Şehirleri yerle bir edilen toplum Lut halkıdır.
71 – Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin yardımcılarıdır.
Onlar iyilikleri emr edip kötülükleri menederler.
Namazı hakkıyla yerine getirir, zekâtı verir, Allah’a ve Resulüne itaat ederler.
İşte onları Allah geniş rahmetine mazhar edecektir.
Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [3,28.104]
72 – Allah mümin erkeklere de, mümin kadınlara da, ebedî kalmak üzere girecekleri, içinden ırmaklar akan cennetler vaad etti.
Hem Adn cennetlerinde hoş hoş konaklar!
Hepsinden âlâsı ise Allah’ın kendilerinden razı olmasıdır.
İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı budur. [10,26; 48,5; 57,12]
73 – Ey şanlı Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla mücahede et. Onlara karşı sert davran.
Onların varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!
Tebük seferi, turnusol gibi, münafıkları ortaya çıkardı. Burada münafıklığı iyice âşikâr olanlara karşı birtakım önlemler alınmasının gereğine işaret ediliyor. Zira bu tedbirler alınmazsa münafıklar, Müslüman toplumu çürütürler.
74 – Onlar Allah’a yemin ederek, olumsuz bir şey söylemediklerini ileri sürerler.
Halbuki küfür sözünü söylediler, İslâm’a girdikten sonra inkâr ettiler, başaramadıkları, netice alamadıkları birtakım cinayetlere yeltendiler.
Münafıkların Peygamber’e ve müminlere kin beslemelerinin tek sebebi, Allah ve Resulünün Kendi lütfu ile müminlerin ihtiyaçlarını gidermesiydi.
Onlar tövbe ederlerse, haklarında hayırlı olur. Yok yüz çevirirlerse, Allah onları dünyada da âhirette de acı bir azaba uğratır.
Onlara bütün bir dünyada, ne bir hâmi, ne de bir yardımcı bulunamaz.
Küfür sözleri münafıklardan eksik olmuyordu. Meselâ: Tebük seferinde Hz. Peygamberin (a.s.m) develerinden biri kaybolunca Müslümanlar onu aramaya koyuldular. Münafıklar sinsi sinsi: “Şu adamın peygamberliğine bakın: Gökten haber alıyor, fakat devesinin nerede olduğunu bilemiyor!” dediler.
Öte yandan münafıklar, Hz. Peygamberin ordusunun Bizans tarafından hezimete uğratılmasına kesin gözüyle baktıklarından, Abdullah İbn Übeyy’i Medine’ye kıral yapma hazırlıklarına başlamışlardı.
75 – Onlardan kimi de Allah’a şöyle kesin söz vermişdi:
“Eğer Allah bize lütfundan verirse, biz de mutlaka zekât ve teberrûda bulunacak ve elbette iyi insanlardan olacağız.”
76 – Fakat Allah lütfundan onlara servet verince cimrilik edip mallarının hakkını vermediler. Zaten onlar yan çizip duruyorlardı.
77 – Allah’a verdikleri sözden dönmeleri ve yalan söylemeyi âdet edinmeleri sebebiyle,
Allah da bu işlerinin neticesini, kalplerinde kıyamet gününe kadar sürecek bir münafıklık kıldı.
78 – O münafıklar hâlâ anlamadılar mı ki Allah onların kalplerinde gizlediklerini de, fısıldaşmalarını da bilir
hem Allah bütün gaybleri tam tamına bilir.
79 – Müminlerden gâh farz zekât dışında gönlünden koparak bağışta bulunanları,
gâh ancak çalışıp didinerek ele geçirdikleri malları bağışlayanları dillerine dolayıp alaya alanlar var ya,
işte Allah onları alay konusu yapıp maskara etmiştir ve onlara gayet acı bir azap vardır.
Münafıkların sırf olumsuz tipler olduğunu âyet ne güzel tasvir ediyor! Kendileri zengin oldukları halde, kamu hizmeti için vermiyorlar. Elinden geldiği kadar çok verenleri ise gösteriş yapmakla suçluyorlar. Fakir olduğu için az verenler hakkında: “Şunlara bakın, Bizans İmparatorluğunun kaleleri bunların sadakalarıyla fethedilecekmiş!” diyorlar.
80 – Onlar için sen ister Allah’tan af dile, ister dileme!
Yetmiş kere bile istiğfar etsen, Allah onları asla affetmeyecektir.
Evet, böyle! Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımayıp karşı geldiler. Allah da böylesi fâsıkları hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz.
Fısk, her türlü hususta diretmek ve hududun dışına çıkmak demektir. “Lâ yehdi’l-kavme’l-fâsikîn” demek, Allah onları emellerine ulaştırmaz demektir. Zira bu tekvin ve teşri çarkının üzerinde döndüğü hikmete aykırıdır. Hidâyeti, “matlub olan hidâyete ulaştıran yolu gösterme” mânasına alırsak, bellidir ki, bu hidâyet gerçekleşmiştir. Fakat fâsıklar, kendi kötü tercihleri ile bu hidâyeti kabul etmeyip düştükleri çukura düşmüşlerdi. Bu son kısım, ön tarafındaki hükmü te’kid eden bir tezyildir. Zira kâfirin affedilmesi, her şeyden önce küfründen vazgeçmesi ve hakka yönelmesine bağlıdır. Ama küfre dadanan, küfre dalan, kendisini küfürle damgalayan, bu aftan uzaktır.
Keza burada, Hz. Peygamber’in onlar için af dilemesindeki özrüne de dikkat çekilmektedir. O da, onların imana gelmelerinden me’yus olmamasıdır. Çünkü onların, sonuna kadar küfürde kalacaklarını bilmiyordu. Zira, ancak akıbetlerini kesin bilmeden sonra onlar hakkında istiğfar yasak olurdu (Ebu’s-suûd).
81 – Savaşa çıkmayıp Resûlullah’tan ayrılarak geride kalanlar, oturmalarından memnun olup sevince garkoldular.
Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten hoşlanmayıp “Bu sıcakta sefere çıkmayın!” dediler.
De ki: “Cehennem ateşi, bundan da sıcak! Ona nasıl dayanacaksınız?
Bunu bir bilip anlasalardı! [70,15-16, 22,19, 22; 4,56]
82 – Öyleyse kazandıkları günahların cezası olarak az gülsün, çok ağlasınlar!..
83 – Eğer Allah seni bu seferden (Tebük’ten) döndürür de, sen onlardan bir toplulukla karşılaşırsan ve onlar başka bir gazaya çıkmak için senden izin isterlerse onlara de ki:
“Benimle beraber asla sefere çıkmayacaksınız, asla benim maiyetimde düşmanla savaşmayacaksınız! Mademki önce oturup seferden geri kaldınız, haydi şimdi de geri kalanlarla birlikte oturun!”
84 – Onlardan ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını asla kılma ve kabri başında dua etmek üzere durma!
Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler.
İbn Übey öldüğünde, halis bir Müslüman olan oğlu Abdullah Hz. Peygamber’e gelerek cenaze namazını kıldırmasını rica etti. Pek şefkatli olan Efendimiz (a.s.m) o tarafa doğru kalkınca Hz. Ömer 80. âyeti hatırlattı. Hz. Peygamber: “Demek Allah izin verdi, ben de yetmişten daha fazla istiğfar ederim.” dedi. Bunun üzerine bu âyet indirilip kesin hükmü bildirdi.
85 – Onların ne malları ne de evlatları seni imrendirmesin.
Çünkü Allah bunlarla onlara dünyada sıkıntı ve azap çektirmek istemekte ve canlarının kâfir olarak çıkmasını dilemektedir. [9,55]
86 – “Allah’a iman edin ve Resulü ile birlikte cihada gidin!” diye bir sûre indiği zaman,
onlardan servet ve imkân sahibi kimseler senden sefere katılmamak için izin istediler
ve “Bırak, biz de evlerinde oturan kadınlar ve özürlülerle birlikte oturalım” dediler.
87 – Savaştan geri kalan kadınlarla birlikte oturmaya razı oldular.
Kalplerine mühür vuruldu, artık onlar (cihattaki hikmeti, Resullullaha itaat etmedeki mutluluğu) anlayamazlar. [47,20; 33,19]
88 – Fakat Peygamber ile beraberindeki müminler hem mallarıyla, hem de canlarıyla cihad ettiler.
Hayırların her türlüsü onlarındır.
Felaha erenler de onlardır!
89 – Allah onlara, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı.
Onlar oraya ebediyyen kalmak üzere gireceklerdir.
İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı!
90 – Bedevîlerden savaşa katılmamak için özürler uyduranlar, hiç değilse kendilerine izin verilsin diye geldiler.
Allah’a ve Resulüne bağlılık iddiasında yalancı olanları ise oturdular. Ne geldiler, ne de özür dilediler!
O bedevîlerden kâfir olanlar, gayet acı bir azaba mâruz kalacaklardır.
91 – Allah ve Resulüne sadık kalmak, onlar hakkında iyi düşünceler taşımak şartıyla zayıflara, hastalara
ve savaşta harcama imkânı bulamadığından dolayı savaşa katılamayanlara sorumluluk yoktur.
Zira onlar, geri kalmakla beraber, memleketlerinde iyilik ediyorlar.
İyilik edenlere diyecek bir şey yoktur.
Gerçekten Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur).
92 – Ey Resulüm! Binek temin etmen için sana geldiklerinde:
“Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum.” deyince, harcayacak para bulamamaları sebebiyle
gözyaşı döke döke dönüp gidenleri de kınamak doğru değildir.
93 – Ayıplamak gerekirse, zengin olmalarına rağmen
savaşa katılmamak için bahaneler ileri sürenler ayıplanmalıdır.
İşte onlar geride kalan güçsüz kadınlarla beraber kalmaya razı oldular.
Allah da onların kalplerini mühürledi. Artık onlar işlerin gerçek mahiyetini bilemezler.
94 – Savaş dönüşü kendileriyle karşılaşınca, katılmamaları hakkında mazeretler, bahaneler ileri sürerler.
De ki: “Boşuna özür dilemeyin, zira size inanmayacağız.
Çünkü sizin aleyhimizde çevirdiğiniz hilelerden bir kısmını Allah bize bildirdi.
Bundan böyle de, yapacağınız her şeyi Allah da, Resulü de görüp değerlendirecek, daha sonra da, gizli olsun açık olsun, her şeyi bilen Allah’ın huzuruna götürüleceksiniz.
O da bütün yaptıklarınızı bir bir önünüze koyacaktır.”
95 – Dönüp yanlarına vardığınız zaman, kendilerini affetmeniz için Allah’a yeminler edeceklerdir.
Siz onlardan yüz çevirin! Onlara muhatap bile olmayın.
Çünkü onlar o kadar murdar kimseler ki, hesap sormak ve azarlamakla yola gelmezler.
İşleyip durdukları günahlar sebebiyle onların konutları cehennem olacaktır.
96 – Kendilerinden razı olasınız diye, size karşı Allah’a nice yeminler edecekler…
Bilesiniz ki siz onlardan hoşnut olsanız bile, o yoldan çıkmış güruhtan Allah asla razı olmaz.
97 – Bedevîler inkâr ve münafıklıkta şehirlilerden daha şiddetli;
Allah’ın, Resulüne indirdiği hükümleri tanımamaya daha yatkındırlar.
Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. [12,109]
Bedevî (a’rabî) çölde yaşayan göçebe araplara denir. Her bedevî değil, fakat genelde bedevîler, yaşadıkları çöl hayatının gereği olarak eğitimden yoksun, kaba ve sert huyludurlar. Böyle olunca küfür ve nifakları da daha beterdir.
98 – Kimi bedevîler, Allah yolunda harcamasını angarya ve ziyan sayar; bundan kurtulmak için başınıza türlü türlü belalar gelmesini gözler.
O belalar kendi başlarına olsun!
Allah, her şey gibi, onların söylediklerini de işitir, bütün hallerini bilir.
Müslümanlar hissedilir bir kuvvet olunca bedevîler, çıkarcı bir tutumla İslâm’a girmeye koyuldular. Gerçek imana sahip olanlarının nisbeti azdı. Göçebe olduklarından İslâm’ın cihad, savaş, zekât, namaz vs. yükümlülüklerinden uzak durup ganimet ve menfaat sırasında pay almak işlerine geliyordu.
99 – Kimi bedevîler de Allah’ı ve âhireti tasdik eder;
Allah yolunda harcamasını, Allah’a yakın olmaya ve Resulünün dualarını almaya vesile sayar.
İyi bilin ki bu, onlar için Allah’a yakınlık vesilesidir.
Allah onları rahmet diyarı olan cennete yerleştirecektir.
Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).
100 – İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu?
Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan râzı oldular.
Allah onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı.
Onlar oralara devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı! [5,119; 59,9]
101 – Çevrenizdeki bedevîlerden ve Medine ahalisinden öyle münafıklar vardır ki onlar nifak işinde mahir olmuşlardır.
Pek sinsi hareket ettikleri için sen onları bilemezsin, ama Biz pek iyi biliriz.
Biz onları çifte cezaya çarptıracağız. Sonra da müthiş bir azaba itileceklerdir. [63,8]
102 – Diğer bir kısmı ise günahlarını itiraf ettiler. Onlar yararlı işlerle kötü işleri birbirine karıştırdılar.
Onlar tövbe ederlerse umulur ki Allah da onların tövbelerini kabul buyurur.
Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).
Daha önceki seferlere katıldıkları halde son Tebük seferine gelmeyenler Ebû Lubabe (r.a.) ve diğer on kadar sahabiydi. Pişmanlıklarından ötürü kendilerini Mescid-i Nebevideki sütunlara bağlamışlardı. Bu ayet nazil oluncaya kadar bağlarını çözmediler.
103 – Onların mallarından zekât al ki, bununla onları temizleyesin ve arındırasın.
Onlar için dua da et!
Çünkü senin onlar lehine duan, onlar için büyük bir huzur ve tatmin kaynağıdır.
Allah her şeyi hakkıyla işitir, bilir. [2,43]
104 – Bilmediler mi ki: ancak Allah, kullarının tövbelerini kabul eder, zekât ve bağışlarını alır.
Tevvab ve rahîm (tövbeleri kabul buyuran ve pek merhametli) olan da ancak Allah’tır.
105 – Ve de ki: “Çalışın: Yaptıklarınızı Allah da, Resulü de, müminler de görecekler.
Sonra gizli ve açık her şeyi bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız.
O da yaptığınız her şeyi bir bir sizin önünüze çıkaracak, karşılığını verecektir.
106 – Sefere katılmayan bazı kişilerin akıbetleri de Allah’ın emrine kalmıştır:
Allah ister onları cezalandırır, ister merhamet eder.
Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Belli münafıklardan başka, müminlerin haklarında karar vermekte zorluk çektikleri kimseler de vardı. Onların gerçek durumunu Allah elbet biliyordu. Fakat Allah kesin bilgilere dayanmaksızın hiç kimseyi mahkûm etmemek gerektiğini Müslümanlara öğretmek istemektedir.
107 – Bir de şunlar var ki: müminlere zarar vermek için,
küfür ve küfranı yaymak için,
müminlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha önce Allah ve Resulüne savaş açmış adamı buyur etmek için, tuttular bir mescid yaptılar.
Bütün bunlardan sonra onlar: “Bundan, iyilikten başka bir maksat gütmedik.” diye yemin edeceklerdir.
Allah şahit ki bunlar kesinlikle yalancıdırlar.
Bu savaş açan kişi Hazreç kabilesinden Ebû Âmir’dir. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden önce hıristiyan rahibi olmuştu. Peygamberimizi kendisine rakîp gördü ve düşman kesildi. İslâm aleyhinde kampanya için kabileleri dolaştı.
İslâm’ın güçlenmesini önleyemeyince, son olarak Bizans İmparatorunu harekete geçirmeye çalıştı. Tebük seferine sebep de Bizans’ın savaş hazırlığı olmuştu. Medine münafıkları Ebû Amir’le işbirliği içinde idiler. Ebû Amir’le, bir üs olarak kullanmak üzere cami yapmada mutabık kaldılar. Aslında Medine’de cami ihtiyacı yoktu. İhtiyaç göstererek yaptıkları mescidde, ilk namazı kıldırmasını Hz. Peygamber’den istirham ettiler. Tebük seferinin hazırlığını öne sürerek Hz. Peygamber (a.s.m) meşgul olduğunu söyledi. Burayı kötü planlar için kullanmaya başladılar. Tebük dönüşünde Peygamberimiz orayı yaktırdı.
108 – O Mescid-i Dırarda hiç bir zaman namaz kılma!
Ta ilk günden, temeli takvâ üzere kurulan mescitte namaza durman daha münasiptir.
Orada, maddî ve manevî kirlerden arınmayı seven kimseler vardır.
Allah da temizlenenleri sever.
109 – Binasını, Allah’a karşı gelmekten sakınma ve O’nun rızasını kazanma temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır;
yoksa yapısını, yıkılmak üzere olan bir uçurum kenarına kurarak onunla beraber cehennem ateşine yuvarlanan mı?
Allah zalimler gürûhunu hidâyet etmez, umduklarına eriştirmez.
Münafıklıklarına bir ceza olarak onları hayra ve felaha erdirmez.
110 – Yaptıkları bina, kendileri geberip de kalpleri parçalanıncaya kadar, içlerinde hep bir ukde olarak kalacak.
Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi çok iyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
111 – Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.
Onlar Allah yolunda mücadele ederler, öldürürler ve öldürülürler.
Bu Allah’ın Tevrat’ta da, İncîl’de de, Kur’ân’da da üstlendiği gerçek bir vaaddir.
Verdiği sözde Allah’tan daha sadık kim olabilir?
O halde yaptığınız bu alış verişten dolayı sevinin ey müminler!
Müjdeler olsun size, işte en büyük mutluluk, işte en büyük başarı! [35,29; 39,29; 61,10]
112 – O tövbe edenler, o ibadet edenler, o hamd edenler, Allah’ın rızası için sefer edenler,
o rükû edenler, o secdeye kapananlar, iyilikleri yayanlar, kötülükleri önleyenler
ve Allah’ın hudutlarını bekleyip koruyanlar yok mu?
İşte o müminleri müjdele! [66,5; 4,24]
“Allah rızası için sefer” kavramına: İslâm’ı anlatmak, cihad, yerine göre hicret, ilim elde etmek, insanları eğitmek, çalışıp helâl kazanç sağlamak gibi birçok alan girer. Allah’ın hudutlarını korumaya: İmanın gerekleri, ibadetler, İslâm ahlâkına uygun davranışlar, İslâm’ın her alandaki hükümleri dâhildir.
113 – Kâfir olarak ölüp cehennemlik oldukları kendilerine belli olduktan sonra,
akraba bile olsalar, müşriklerin affedilmelerini istemek,
ne Peygamberin, ne de müminlerin yapacağı bir iş değildir. [2,119]
114 – İbrâhim’in, babası için af dilemesi ise, sırf ona yaptığı vaadi yerine getirmek için olmuştu.
Fakat onun Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, onunla ilgisini kesti.
Gerçekten İbrâhim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi. [19,47-48; 60,4]
115 – Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, nelerden sakınacaklarını kendilerine bildirmedikçe, onları dalâlete sürüklemez.
Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir.
Bu âyet, müşrikler için af dilemenin yasaklığı bildirilmeden önce bunu yapanların ve haram kılınmadan önce haramları işleyenlerin sorumlu olmayacaklarını ifade etmektedir.
116 – Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır.
Dirilten ve öldüren O’dur. Sizin Allah’tan başka ne hâminiz, ne yardımcınız yoktur.
117 – Allah, Peygamberini savaşa katılmayanlara izin verdiğinden ötürü affettiği gibi, içlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuşken, o güçlük anında, Peygambere tâbi olan Muhacirlerle Ensarı da tövbeye muvaffak buyurdu ve sonra onların bu tövbelerini kabul etti.
Çünkü O, onlara karşı raûfdur, rahîmdir (pek şefkatli ve pek merhametlidir).
Başlangıçta kritik bir anda savaşa çıkmaya pek arzulu olmadıkları halde, nefislerinde gerçekleştirdikleri mücahede sonucunda, zaaflarını aşan sahabîlere işaret edilmektedir.
118 – Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu.
Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı.
Nihayet, Allah’ın cezasından, yine Allah’ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar da, bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tövbeye muvaffak kıldı.
Çünkü Allah tevvabdır, rahîmdir (tövbeleri çok kabul eder, tövbe edenleri sever ve pek merhametlidir).
Bu üç halis Müslüman Kâ’b İbn Malik, Hilal İbn Ümeyye ve Mürâre İbn Rebi (r.anhüm) adlı sahabîlerdi. Güçlü bir şair olan Kâ’b’ın bu kıssayı uzunca anlatımı okunmaya değer. Hz. Kâ’b’ın bu anlatımı, başta Buharî’nin Sahîh’i olmak üzere birçok kaynakta bulunmaktadır. Bu üç zat gerçek mümin olduklarından Hz. Peygamber bunları dışladı. Müslümanları onlarla konuşmaktan menetti. Elli gün süren, kendilerine ise ellibin sene gibi gelen, büyük bir imtihan geçirdiler. Sadakatlerini ispatladıklarından Allah da onların tövbelerini kabul etti.
119 – Ey iman edenler! Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve dürüst insanlarla beraber olun.
120 – Ne Medine halkının, ne de etrafındaki bedevîlerin,
Allahın Resulünden geri kalmaları ve ona ihtimam göstermeyip
kendi canlarının derdine düşmeleri olacak şey değildir! (Bunu yapacak bir tek kişi bile çıkmasın).
Bu böyledir, çünkü onların Allah yolunda uğrayacakları hiçbir susuzluk, yorgunluk, açlık,
kâfirleri öfkelendirecek tarzda bir yere ayak basıp ele geçirmeleri ve düşmana karşı başarı kazanmaları yoktur ki, mutlaka o sebeple kendilerine güzel bir iş ve sevap yazılmış olmasın. Çünkü Allah iyi davrananların mükâfatlarını zayi etmez. [18,30]
121 – Onlar Allah yolunda, az olsun çok olsun, hiçbir harcama yapmazlar, hak yolda katettikleri hiçbir vadi olmaz ki,
Allah, işledikleri bu iyilikleri en güzel tarzda ödüllendirmek için, onların hesaplarına yazılmış olmasın!
122 – Bununla beraber müminlerin hepsinin top yekün sefere çıkmaları uygun değildir.
Öyleyse her topluluktan büyük kısmı savaşa çıkarken, bir takım da din hususunda sağlam bilgi sahibi olmak, dinî hükümleri öğrenmek için çıkıp gayret göstermeli ve geri döndüklerinde kötülüklerden sakınmaları ümidiyle, kavimlerini uyarmalıdır.
Bu âyet, dini iyi öğrenmenin ve öğretmenin ne derece gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Zira dünya ve âhiret mutluluğu; Allah’ın hidâyetinin, kurtarıcı prensip ve ölçülerinin; rûhu ve lafzı ile, İslâm’ın doğru bilinmesine bağlıdır. [9,41 – 121]
123 – Ey müminler! Size nesep ve mekân bakımından yakın olan kâfirlerle savaşın, onlar sizde bir ciddiyet ve üstün gayret görsünler.
İyi bilin ki Allah, fenalıklardan sakınan müttakilerle beraberdir. [5,54; 48,29; 9,73; 66,9]
124 – Yeni bir sûre indirildiğinde onlardan bazıları: “Bu inen kısım hanginizin imanını artırdı acaba?” diyerek vahyi küçümserler.
Ama bu, iman edenlerin imanını, yakinini artırır ve onlar sevinip birbirlerini müjdelerler.
Münafıkları nifakta sabit tutmak, zayıf müminlere ise şüphe verip imandan çıkarmak gayesiyle böyle derler.
125 – Fakat o sûreler, kalplerinde küfür ve nifak hastalığı bulunanların inkârlarına inkâr kattı ve onlar kâfir olarak öldüler. [17, 82; 41;44]
126 – Onlar, görmüyorlar mı ki her yıl, bir veya iki kere imtihan ediliyor,
çeşitli belalara çarptırılıyorlar da yine nifaklarından dönüş yapmıyor, onlar bundan ibret de almıyorlar.
127 – Aleyhlerinde bir sûre indirilince göz kırpıp alay ederek birbirlerine bakar,
sonra “Acaba bizi gören biri var mı?” diye endişe ile bakınır, gören biri yoksa hemen sıvışır giderler.
Anlamaz bir topluluk olduklarından,
(onlar nasıl iman ve Kur’ân meclisinden uzaklaşıp gidiyorlarsa),
Allah da onların kalplerini imandan uzaklaştırır. [74, 49 – 51; 70, 36-37; 61, 5]
Kur’ân’dan indirilen yeni bölümleri Hz. Peygamber (a.s.) bir hutbe tarzında müminleri toplayıp okurdu. Münafıklar, zevahiri kurtarmak için toplantıda bulunduklarından, sıkılarak otururlar, geldiklerini ispatladıktan sonra sıvışıp gitme yolları ararlardı.
Önlerine konan bu devletin, bu muazzam feyiz kaynağının kıymetini bilmediklerinden, Allah da onları bu hidâyetten mahrum bıraktı.
128 – Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona ağır gelir.
Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir. [2,129.151; 3,164; 26, 215-217]
129 – Buna rağmen aldırmaz, yüz çevirirlerse, ey Resulüm de ki:
“Allah bana yeter. O’ndan başka tanrı yoktur.
Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.”