Mekke’de nâzil olmuş olup 110 âyettir. Sûre, ihtiva ettiği konulardan biri olan Ashab-ı kehf kıssası vesilesi ile Kehf (mağara) sûresi diye adlandırılmıştır. Bu sûre Ashab-ı kehf, Hz. Mûsâ (a.s.) ile Hz. Hızır (a.s.), Hz. Zülkarneyn (a.s.) kıssalarını nisbeten tafsilatlı olarak anlatır. Ayrıca Hz. Âdem ile İblis kıssası, bazı meseller de yer alır. Sûre esas itibariyle imanı temellendirerek, iman edenleri gayret ve himmete getirip, kendilerini bekleyen zafer ve mükâfatı haber vermekte, kâfirleri ise kendilerini bekleyen fecî âkıbeti bildirmek suretiyle tehdit etmektedir.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Hamd O Allah’a mahsustur ki kuluna kitabı indirdi ve onun içine tutarsız hiçbir şey koymadı.
2-4 – Dosdoğru bir kitap olarak gönderdi. Ta ki Kendi nezdinde inkârcılar için hazırladığı şiddetli azabı bildirerek onları uyarsın.
Yararlı işler yapan müminleri de ebediyyen içinde kalacakları güzel bir mükâfatla müjdelesin ve ta ki “Allah evlat edindi” diyenleri uyarsın.
5 – Bu hususta, ne kendilerinin ne de babalarının hiçbir bilgileri yoktur.
Ağızlarından çıkan o söz ne dehşetli bir söz!
Ama onların iddia ettikleri, sırf yalandan ibaret!
6 – Şimdi, bu söze inanmazlarsa, demek sen onların ardına düşüp nerdeyse kendi kendini yiyip tüketeceksin! [26,3; 35,8; 16,127]
Bu âyet Hz. Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ görevine ve insanların hidâyete gelerek ebedî helâkten kurtulmaları dâvasına ne kadar gönülden bağlandığını ifade eder. Demek ki bu gibi ifadeleri, Hz. Peygamberi tenkide yormamalıdır.
7 – Biz, yeryüzünde bulunan her şeyi bir dünya zineti kıldık. Böylece insanlardan kimin daha iyi iş gerçekleştireceğini ortaya koymak istedik.
8 – Ve elbette Biz yer üstünde ne varsa hepsini, kupkuru yapıp dümdüz edeceğiz.
9 – Ne o, yoksa sen, bizim âyetlerimiz içinde yalnız Ashab-ı Kehf ve rakîm’in mi ibrete şayan olduklarını sandın? İş öyle değil!
Kur’ân ve hadiste kesin bilgi varid olmayınca, müfessirler birtakım rivâyetler nakletmişlerdir. Hıristiyan geleneğinde M.S. 250 yıllarında Efes şehrinde, dinlerini kurtarmak için, mağaraya giren gençler kıssası vardır. Başka ihtimallerden biri olarak, burada, onların durumlarının nakledilmesi söz konusudur.
Rakîm: Kitabe, yazıt mânasına olup taş, maden veya diğer şeylerden olabilir.
10 – Vakta ki o genç yiğitler mağaraya çekildiler.
Şöyle niyaz ettiler: “Yüce Rabbimiz! Katından bir rahmet ver
ve şu dâvamızda doğruluk ve muvaffakiyet ihsan eyle bize!”
11 – Bunun üzerine mağarada onları uykuya daldırdık. Nice yıllar öylece kaldılar.
12 – Sonra da o iki takımdan (Ashab-ı Kehf ile hasımlarından) hangisinin onların mağarada kaldıkları süreyi daha iyi hesapladıklarını ortaya koyalım diye onları uyandırdık.
13 – Başlarından geçen olayı Biz sana doğru olarak anlatıyoruz.
Gerçekten onlar Rab’lerine tam iman etmiş gençlerdi.
Biz de onların hidâyetlerini ve yakinlerini artırdık. [9,124; 48,4]
14 – Kalplerine kuvvet ve metanet verdik de onlar ayağa kalkıp:
“Rabbimiz, dediler, göklerin ve yerin Rabbidir.
Ondan başka hiçbir ilaha yalvarmayız.
Aksi takdirde pek saçma bir söz söylemiş oluruz.”
15 – “Şu bizim halkımız var ya, işte onlar tuttular O’ndan başka tanrılar edindiler.
Onların tanrı olduklarına dair açık delil getirmeleri gerekmez miydi?
Uydurduğu yalanı Allah’a mal edenden daha zalim kim olabilir ki?”
16 – “Mademki onları ve onların Allah’tan başka taptıkları putları terk ettiniz,
haydi öyleyse mağaraya çekilin ki Rabbiniz rahmetini üzerinize yaysın,
işinizde size kolaylık ve fayda ihsan etsin.”
17 – Onlara baksaydın görürdün ki Güneş doğunca mağaralarının sağından dolaşır,
batarken de sol taraftan onları makaslardı.
Onlar da mağaranın genişçe dehlizinde bulunuyorlardı.
İşte onların böylece uyumaları Allah’ın alâmetlerindendir.
Allah kime hidâyet verirse doğru yolda olan odur; kimi de hidâyetten mahrum eder şaşırtırsa, artık imkânı yok, ona yol gösterecek bir dost bulamazsın.
Mağaranın kapısının tam kuzeye baktığı anlaşılıyor. İşte bundan ötürü mağaraya güneş ışığı girmiyor ve yanından geçen biri, içeride ne olduğunu göremiyordu.
18 – Sen onları uyanık sanırdın, halbuki gerçekte onlar uykuda idiler.
(Yanları ezilmesin diye) Biz onları gâh sağa, gâh sola çevirirdik.
Köpekleri ise mağara girişinde ön ayaklarını yaymış vaziyette duruyordu.
Onları görseydin sen de ürker, derhal dönüp kaçardın, için korku ile dolardı.
Dağ başında, uzanmış vaziyette iken sağa sola dönüp duran üç beş kişi… Onları koruyan korkunç bir nöbetçi köpek… Öylesine ürkütücü bir manzara oluşturuyordu ki oraya göz atan kişi onların efsanevi dehşetli varlıklar olduğunu sanır, derhal uzaklaşmaya çalışırdı. Bu da onların, yıllarca dış dünyadan güven içinde olmalarını sağladı.
19-20 – İşte, onları nasıl uyuttuysak öylece de uyandırdık.
Derken aralarında konuşmaya başladılar.
Birisi: “Ne kadar uykuda kaldınız?” diye sorunca bazıları:
“Bir gün, belki bir günden de az!” diye cevap verdiler.
Diğerleri de: “Uykuda ne kadar kaldığınızı tam tamına ancak Rabbiniz bilir.” dediler.
“Siz onu bırakın da, açlığımızı gidermeye bakalım!
Şu akçeyi verip içinizden birini şehre gönderin de
baksın hangi yiyecek daha hoş ve helâl ise ondan size azık tedarik etsin.”
“Bir de gayet nazik ve tedbirli davransın, varlığınızı ve bulunduğunuz yeri sakın hiç kimseye hissettirmesin.”
“Çünkü onlar sizi ellerine geçirirlerse ya taşa tutar, ya da kendi dinlerine döndürürler, bu takdirde de ebediyyen felah bulamazsınız.”
21 – Fakat Bizim takdirimiz başka idi. Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa, aynı şekilde öbür kullarımızı da Ashab-ı Kehfin durumundan haberdar ettik ki,
Allah’ın haşir vâdinin gerçeğin ta kendisi olup hakkında hiçbir şüphe olmayacağını onlar da anlasınlar.
Derken onları bulan halk, kendi aralarında onlar hakkında ne yapacaklarını tartışmaya girişti.
Bazıları: “Onların anısına bir anıt dikin, biz gerçek durumlarını anlayamadık, Rab’leri hallerini pek iyi bilir” derken,
görüşleri ağır basan müminler ise: “Mutlaka onların yanı başlarına bir mescid yapacağız.” dediler.
Rivayete göre, şehre gönderdikleri arkadaşları üç asır önce müşrik Decius devrinin parası, o zamanın kıyafeti ve konuşma tarzı ile dikkat çekti. Onu görenler, hazine bulduğu zannı ile kendisini yöneticilere götürdüler. İfadesini alınca, halkın çoğu da onların dinini benimsediğinden kitle halinde mağaraya vardılar. Ashab-ı kehf din kardeşlerini selâmlayıp ruhlarını o sırada teslim ettiler. Böylece haşrin ispatına canlı bir delil teşkil ettiler.
Müfessirlerin çoğunluğu oraya mescit yapma fikrinin müminlere ait olduğunu söylerken, Mevdudî tam tersine, bu fikrin şirk uygulamasını devam ettirmek isteyen müşriklere ait olduğunu ileri sürer. Fakat mescit, bu önemli hadiseyi ebedileştirme vesilesi olup şirke yer vermemesi itibariyle, ekseriyetin haklı olduğunu düşünebiliriz.
22 – İnsanların kimi: “Onlar, üç kişi idi, dördüncüleri de köpekleri idi.” diyecekler.
Bazıları da: “Beş kişi idiler, altıncıları da köpekleri idi.” diyecekler.
Bunlar, gayb hakkında tahmin yürütmekten ibarettir.
Kimileri de: “Onlar yedi kişi olup sekizincileri de köpekleri idi.” derler.
De ki: “Onların sayısını tam tamına Rabbim bilir.” Onlar hakkında bilgisi olan çok az kişi vardır.
Öyleyse onlar hakkında, sathî tartışma dışında kimse ile münakaşa etme ve bu konuda ileri geri konuşanlardan da hiçbir bilgi isteme!
Kur’ân, onların sayıları, hangi şehirde oldukları gibi konuları teferruat sayıp asıl çıkarılması gereken derslere dikkat çeker. Şöyle ki:
1. Mümin, haktan dönmemeli 2. Maddî imkânlardan çok, Allah’a dayanmalı. 3. Allah’ın ölüleri diriltmeye kadir olduğuna kesinlikle inanmalı.
23-24 – Hiçbir konuda: Allah’ın dilemesine bağlamaksızın, “Ben yarın mutlaka şöyle şöyle yapacağım” deme!
Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı zikret ve: “Umarım ki Rabbim, doğru olma yönünden beni daha isabetli davranışa muvaffak kılar” de. [18,63]
25 – Mağaralarında üç yüz yıl kaldılar. Bazıları buna dokuz yıl daha ilâve ettiler.
26 – Sen şöyle söyle: “Ne kadar kaldıklarını asıl Allah bilir.
Zira göklerin ve yerin gaybını bilmek O’na mahsustur.
O öyle güzel görür, öyle güzel işitir ki!
Oysa onların O’ndan başka hâmileri yoktur.
O, kendi hükmüne kimseyi ortak yapmaz.” de.
27 – Sana vahyedilen Rabbinin kitabını oku. O’nun sözlerini değiştirecek güç yoktur ve O’ndan başka sığınak bulman da mümkün değildir. [5,67; 33,39]
28 – Rablerine, sırf O’nun rızasını ve cemaline kavuşmayı umdukları için,
sabah akşam yalvaranlarla beraber olmakta sebat et.!
Dünya hayatının süslerini arzulayarak sakın gözlerin onlardan başkasına kaymasın.
Kalbini Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine uyan
ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme! [6,52; 20,131]
Âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak En’âm, 52 âyetindeki notumuza bakınız.
29 – De ki: “İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi.
Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”
Şu da bir gerçektir ki Biz o zalimlere,
duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış olan müthiş bir ateş hazırladık.
Eğer susuzluktan feryad edecek olurlarsa kendilerine erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su verilir.
O ne fena bir içecektir ve cehennem ne fena bir barınaktır! [47,15; 55,44]
30 – İman edip yararlı işler yapanlara gelince,
şu bir gerçek ki Biz güzel iş yapanların işlerini asla zayi etmeyiz.
31 – İşte onlara, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır.
Orada tahtlar üzerine kurularak kendilerine altın bilezikler takılacak, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyecekler.
Tahtlara kurulacaklar.
Ne güzel mükâfattır bunlar ve ne güzel bir meskendir o cennet! [35,33; 25,75-76]
32 – Onlara şu iki kişinin halini misal getir:
Onlardan birine iki üzüm bağı lütfettik, bağların etrafını hurma ağaçları ile çevreledik.
ve bahçelerin arasında da ekin bitirdik.
33 – Her iki bağ da meyvesini verdi, hiçbir şeyi eksik bırakmadı.
O iki bağın arasında da bir ırmak akıttık.
34 – O şahsın başka serveti de vardı. Arkadaşıyla konuşurken ona:
“Benim,” dedi, “malım ve servetim senden çok olduğu gibi,
maiyyet, çoluk çocuk bakımından da senden daha ilerideyim.”
35-36 – Bu adam gururu yüzünden kendi öz canına zulmeder vaziyette bağına girdi ve:
“Zannetmem ki bu bağ bozulup yok olsun; kıyametin kopacağını da sanmıyorum.
Bununla beraber şayet Rabbimin huzuruna götürülecek olursam
o zaman elbette bundan daha iyi bir âkıbet bulurum!” dedi. [41,50; 46,11]
37-38 – Konuşma esnasında arkadaşı bu şahsa:
“Ne o!” dedi, “yoksa sen, senin aslını topraktan, sonra da bir damla meniden yaratan, bilahare de seni böyle tam mükemmel bir insan şekline getiren Rabbini mi inkâr ediyorsun?
Fakat sen inkâr etsen de şunu bil ki benim Rabbim Allah’tır. Rabbime hiç bir şeyi ortak saymam.”
Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir: “36. ayetten o kişinin Allah’a inandığı anlaşıldığı halde, burada O’nu inkâr eden bir kâfir olduğu bildiriliyor?”. Razî bunu şöyle izah eder: “O kâfir olan kardeş, Allah Teala’ya, öldükten sonra diriltmeye kadir olma hususunda acziyet izafe edince, O’nu mahluklara denk saymış oluyor. Buda onun müşrik olduğu sonucunu doğurur”.
39 – “Benim servetimin ve çoluk çocuğumun sayısının seninkinden daha az olduğunu düşündüğüne göre, bağına girdiğinde:
“Maşaallah! Allah ne güzel dilemiş ve yapmış!
Ondan başka gerçek güç ve kuvvet sahibi yoktur.” demeli değil miydin?
40-41 – Olur ki Rabbim senin bahçenden daha iyisini bana verir ve senin o bahçene gökten bir afet indirir de
bağın kupkuru toprak kesilir;
yahut bağının suyu çekilir de ondan artık büsbütün ümidini kesersin.” [67,30]
42 – Çok geçmeden, bütün serveti kül oldu…
Sahibi bu halini görünce, bağın çökmüş çardakları karşısında,
yaptığı masraflarına, harcadığı emeklere acıyıp avuçlarını oğuştura kaldı!
“Ah!” diyordu, “n’olaydım, Rabbime ibadette hiçbir şeyi ortak yapmamış olaydım!”
43 – Hasılı o, Allah’tan başka kendisine sahip çıkacak bir topluluk da bulamadı, kendi kendisini de kurtaramadı.
44 – Öyle bir yerde himaye ve yardım, sadece hak ve hakikatin ta kendisi olan Allah’a mahsustur.
En iyi mükâfatı da, en güzel âkıbeti de veren O’dur. [40,84; 10,90-91]
45 – Dünya hayatı hakkında onlara şu misali ver: Dünya hayatının durumu şuna benzer:
Gökten yağmur indiririz, onun sayesinde yeryüzünde bitkiler yeşerip gürleşir, çok geçmeden kurur, rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelir… Allah her şeye hakkıyla kadirdir. [39,21; 10,24]
46 – Mal mülk, çoluk çocuk…
Bütün bunlar dünya hayatının süsleridir.
Ama baki kalacak yararlı işler ise Rabbinin katında,
hem mükâfat yönünden, hem de ümit bağlamak bakımından daha hayırlıdır. [3,14; 64,15]
47 – Günü gelecek, dağları yürüteceğiz, yerin dümdüz hale geldiğini göreceksin.
İşte bütün insanları mahşer meydanına topladık,
eksik bıraktığımız bir tek kişi bile kalmadı! [20,105-107; 27,88; 101,5]
48 – Hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna arz olundular.
Ve şöyle nida edildi onlara: “İlkin sizi nasıl yarattıksa, aynen o şekilde Biz’e döndünüz.
Siz ise, böyle bir buluşma belirlemediğimizi iddia ederdiniz değil mi?” [78,38; 89,22]
49 – İşte herkesin hesap defteri önüne konuldu.
Mücrimlerin defterdeki kayıtlardan korktuklarını ve şöyle dediklerini görürsün:
“Eyvah bize! Bu deftere de ne oluyor?
Ne küçük komuş, ne büyük, yazılmadık şey bırakmamış!”
Böylece yaptıkları her şeyi yanlarında buldular.
Şu kesin ki Rabbin kimseye zulmetmez. [3,30; 75,13; 4,40; 21,47]
50 – Hani bir zaman Biz meleklere: “Âdem’e secde edin!” deyince, onlar da derhal secdeye kapanmışlardı.
Yalnız İblis secde etmemişti. O zaten cinlerden idi ve Rabbinin emri dışına çıktı.
Ey Âdem’in evlatları!
Onlar size düşman oldukları halde, siz kalkıp Ben’im dışımda onu ve onun evlatlarını mı dost ediniyorsunuz?
Zalimler için ne fena bir bedel! Ne zararlı bir takas! [15,28-39; 2,34; 7,12]
İblis, melaikeden olduğundan değil de meleklerle beraber bulunduğundan istisna ediliyor. Melekler yaratılış icabı Allah’a isyan edemezler, İblis’te ise irade bulunduğundan tercihte bulunup itaat dışına çıktı.
51 – Ben onları göklerin ve yerin yaratılışına tanık etmediğim gibi, kendi yaratılışlarına da şahit kılmadım.
Ben sapık ve saptıran kimseleri hiçbir zaman yanıma yaklaştırmam, yardımcı edinmem. [34,22-23]
52 – O gün Allah müşriklere der ki:
“Haydi bakalım, ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz putları çağırın, gelsinler!”
İşte çağırdılar ama, onlar kendilerine cevap vermediler.
Biz aralarına derin bir uçurum koyduk. [46,5-6; 6,94] [36,59; 30,14]
53 – Suçlular ateşi gördüler, orayı boylayacaklarını iyice anladılar.
Etrafı yokladılar, fakat ondan kaçacak bir yer bulamadılar.
54 – Biz bu Kur’ân’da, insanlar için her türlü misal ve öğüdü, farklı üsluplarla tekrar tekrar ifade ettik.
Fakat birçoğu bunları anlamadı. Zira bütün varlıklar içinde tartışmaya en düşkün olan, insandır.
55 – O insanları, kendilerine peygamber geldiği halde, inanmaktan ve Rab’lerinden af dilemekten alıkoyan şey, sırf Allah’ın kanunu uyarınca, evvelki ümmetlerin başına gelen azabın kendilerinin de başlarına gelmesini yahut âhiret azabının gözlerinin önüne konulmasını beklemeleridir. [29,29; 8,32]
Kur’ân insanın kalbini ve aklını uyandırmak için her türlü vasıtayı, çeşitli misalleri, farklı anlatım tarzlarını kullanmış, ikna etmek için denemediği yol kalmamıştır. Bunlardan anlamayan, artık azabın tepesine inmesini beklemelidir.
56 – Halbuki Biz resulleri azap getirmeleri için değil, sadece iman edenleri Allah’ın rahmetiyle müjdelemeleri, inkâr edenleri ise bekleyen tehlikeleri haber verip uyarmaları için göndeririz.
Kâfirler ise hakkı batılla ortadan kaldırmak için mücadele verirler.
Onlar bütün âyetlerimizi, bütün uyarmalarımızı hep alay konusu yaparlar.
57 – Rabbinin âyetleriyle öğüt verildiği halde onlara sırtını dönen ve işlediği suçlarını unutan kimseden daha zalim kim olabilir?
Biz onların kalplerine bunu anlamalarına engel olacak perdeler, kulaklarına da ağırlıklar koyduk.
Sen onları hidâyete çağırsan da, artık onlar ebediyyen hidâyete gelemezler.
58 – Senin mağfireti bol Rabbin, merhametlidir.
Eğer işledikleri suçları sebebiyle onları cezalandıracak olsaydı, azabı onlara hemen gönderirdi.
Fakat onlar için belirlenmiş bir süre vardır ki o vâde geldiğinde
Allah’ın cezasından kaçıp sığınacak hiçbir yer bulamazlar. [35,45; 13,6]
59 – İşte o şehirlerin harabeleri!.. Oraların ahalileri zulümlerinde ısrar edince onları imha ettik. Onların helâkleri için de, bir vâde tayin ettik.
O şehirler, Mekkelilerin yolları üzerinde olan Sebe, Medyen, Semud, Sedum gibi yerlerdir.
60 – Bir vakit Mûsâ, genç yardımcısına: “Durup dinlenmeyeceğim, demişti, ta ki iki denizin birleştiği yere varacağım.
Varamazsam senelerce yürümeye devam edeceğim.”
Kur’ân’da adı bildirilmeyen bu genç yardımcının Yûşa İbn Nun (Josue) olduğu tefsirlerde rivayet edilir.
Mûsâ (a.s.)’ın Hızır (a.s.) ile kıssası Tevrat’ta yer almaz. Fakat Buharî’de nakledilen bir hadîse göre Hz. Peygamber (a.s.), bu kıssadaki Mûsa’nın İsrailoğullarının meşhur Peygamberi Mûsâ’ (a.s.) olduğunu bildirmiştir. Bundan ötürü, onun, bazı oryantalistlerin iddia ettikleri gibi başka biri (mesela Gılgamış) olduğunu düşünmeye sebep yoktur.
Bu âyette geçen iki deniz hakkında, tefsirlerde dünyanın üç kıtasına dağılmış birçok yerler tahmin edildiği gibi, işarî tefsir kabilinden bazı tevcihler de teklif edilmiştir. Fakat bu gizemli kıssadan alınacak hisse, bunları bilmeye bağlı değildir.
61 – Onlar iki denizin birleştiği yere vardıklarında balıklarını unutmuş bulundular.
Balık sıyrılıp denizde bir yol tutmuştu bile.
62 – Buluşma yerini farkına varmaksızın geçip gidince Mûsâ yardımcısına:
“Getir artık kahvaltımızı!” dedi,
“Gerçekten bu seyahatimizde epey yorgun düştük.”
63 – “Gördün mü?” dedi, “O kayanın yanında mola verdiğimizde, ben balığı unutmuşum!
Muhakkak ki onu sana söylememi unutturan da şeytandan başkası değildir.
Doğrusu balık, çok acayip bir şekilde canlanarak denizde yolunu tutup gittiydi.”
64 – Musa: “İşte gözleyip durduğumuz da bu idi ya!” dedi.
Derhal izlerini takip ederek gerisin geri dönüp kayanın yanına vardılar.
65 – Orada bizim seçkin kullarımızdan öyle bir has kulumuzu buldular ki
Biz ona lütfedip, nezdimizden rabbanî bir ilim öğretmiştik.
Mûsâ (a.s.)’ın karşılaştığı zatın isminin Hızır (Hadır) olduğu hadis-i şerifte bildirilmiştir. Bu zat bazı âlimlere göre peygamber, bazılarına göre büyük bir velîdir.
Onun, beşere gönderilen, ilahî şeriatlerde bildirilen hükümlere tâbi olmadığı gerçeğinden hareket eden ender bir görüşe göre Hızır, melek veya başka bir ruhanî olmalıdır. Gerçekten, bu kıssa başından sonuna kadar o zatın bir başka boyuttan olduğunun karineleriyle doludur.
66 – “Üstadım!” dedi Mûsâ, “Sana öğretilen bu ilimden bana da bir şeyler öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?”
67-68 – “Doğrusu” dedi, “sen benimle beraberliğe sabredemezsin.
Bütün yönleriyle kavrayamadığın meseleler karşısında nasıl kendini tutabilirsin ki?”
69 – “İnşaallah” dedi Mûsâ, “beni sabırlı bulacaksın ve senin hiç bir emrine karşı koymayacağım.”
70 – “O halde” dedi, “bana tâbi olduğuna göre, hangi konuda olursa olsun,
ben onun hakkında sana söz açmadıkça, asla bana soru sormayacaksın!”
71 – Bunun üzerine kalkıp gittiler. Nihayet bir gemiye rastlayıp ona bindiler ve o zat gemiyi deldi.
Mûsâ duramayıp: “Ne yaptın öyle?” dedi
“İçindeki yolcuları denizde boğmak için mi yaptın bunu?
Vallahi çok korkunç bir iş yaptın!”
72 – (Hızır:) “Sana “Benimle beraberliğe katlanamazsın” dememiş miydim?
(İşte sen de gördün!)” dedi.
73 – “Ne olur” dedi Mûsâ, “lütfen unutarak söylediğim bu sözden ötürü beni azarlama, bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma!”
74 – Yine yola koyuldular.
Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar ve (Hızır) onu öldürdü.
Mûsâ atılıp: “Ne yaptın?” dedi, “masum ve günahsız bir canı,
kısas hükmü ile bir can karşılığında olmaksızın mı öldürdün?
Doğrusu görülmemiş derecede fena bir iş yaptın!”
75 – “Sen benimle arkadaşlık etmeye katlanamazsın dememiş miydim?” dedi.
76 – Mûsâ: “Eğer” dedi, “sana bir daha soracak olursam,
bundan böyle benimle hiç arkadaşlık etme!
Artık özür dileyemeyecek hale geldim.”
77 – Tekrar yola devam ettiler.
Nihayet bir şehre varıp o şehir halkından yiyecek istediler,
ama ahali bunları misafir etmemekte diretti.
Bu sırada (Hızır) orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar görür görmez onu düzeltiverdi.
Mûsâ: “İsteseydin” dedi, “elbette buna karşı iyi bir ücret alabilirdin!”
78 – Hızır: “İşte” dedi, “seninle ayrılmamızın vakti geldi!
Şimdi sana hakkında sabırsızlık gösterdiğin o meselelerin içyüzlerini tek tek bildireceğim:
79 – Evvela, o gemi, denizde çalışan birtakım fakirlere ait idi. Ben onu kasden bir miktar zedeledim.
Zira öte yanında, sağlam olan bütün gemileri gasbeden zalim bir hükümdar vardı.
80 – Oğlan çocuğuna gelince: Onun ebeveyni mümin insanlar idi.
Bu çocuğun onları ileride azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.
81 – Rab’lerinin, kendilerine onun yerine daha temiz, daha hayırlı,
merhamette ondan daha hisli bir çocuk ihsan etmesini diledik.
82 – Gelelim duvara: O duvar şehirdeki iki yetim çocuğa aitti.
Duvarın altında onlara ait bir define gömülü idi. Babaları, salih, iyi bir insandı.
Rabbin onların reşit olacakları çağa gelip, definelerini o zaman çıkarmalarını irade buyurdu.
Bütün bunlar Rabbinden birer lütuf ve rahmet olup, ben hiçbirini kendi görüşümle yapmış değilim.
İşte hakkında sabırsızlık gösterdiğin meselelerin içyüzü bunlardan ibarettir.” [47,13; 43,31]
83 – Bir de sana Zülkarneyn’i sorarlar. “Size onun bir hadisesini anlatayım.” de!
Zülkarneyn, anlamı ve kapsamı geniş olan bir kelimedir. Zülcenaheyn vasfına benzer, “iki kanatlı” yani işin çeşitli yönlerine vâkıf, mükemmel demektir. Karn: asır, boynuz, aynı zamanda yaşayan topluluk, güneş kursu, bir toplumun başı, efendisi gibi anlamlara gelir. Görünene ve görünmeyene sahip, dünyanın doğusuna da batısına da sahip, dolayısıyla cihangir mânaları da mümkündür. Tefsirlerde daha çok cihan fatihlerinden Makedonya kralı Büyük İskender (m.ö. 324) üzerinde durulsa da, onun bazı vasıfları Kur’ân’da bildirilen Zülkarneyn’e uymamaktadır.
Daha önce yaşayan İran kralı Büyük Dariyus (m.ö. 521) olma ihtimali de vardır; zira o da, zamanında meskûn dünyanın büyük kısmını ele geçirmiş, İsrailoğullarını da Babil esaretinden serbest bırakmış, dine bağlı olduğu bildirilen bir hükümdardı. Zülkarneyn vasfı Dn, 8,3.20 ile de irtibatlandırılmaktadır.
Ashab-ı kehf, Hızır ve Zülkarneyn gibi gizemli konularla dolu olan bu kutlu sûrenin atmosferinde başka çok ihtimaller de bulunabilir. Doğruyu bütün yönleriyle bilmek, Allah Teâlâya mahsustur.
84-85 – Biz ona dünyada geniş imkânlar verdik ve onun ihtiyaç duyduğu her konuda sebep ve vasıtalar ihsan ettik. O da batıya doğru bir yol tuttu.
86 – Nihayet batıya ulaştığında, Güneşi adeta kara bir balçıkta batar vaziyette buldu.
Orada yerli bir halk bulunuyordu.
Biz: “Zülkarneyn!” dedik, “ister onlara azab edersin, ister güzel davranırsın.”
Müfessirler Zülkarneyn’in dünyanın batı ucuna, mesela Atlas okyanusuna vardığını düşünmüşlerdir.
87 – Zülkarneyn şöyle dedi: “Kim zulmederse, Biz onu cezalandırırız, sonra da Rabbinin huzuruna götürülür.
O da ona benzeri görülmedik bir ceza uygular.
88 – Fakat iman edip yararlı davranışlar içinde olana,
en güzel karşılık verilir ve ona kolay olan buyruklarımızı emrederiz, kolaylık gösteririz.”
89 – Zülkarneyn bu sefer yine bir yol tuttu.
90 – Güneşin doğduğu yere varınca onun,
kendilerini sıcaktan koruyacak bir siper nasib etmediğimiz bir halk üzerine doğduğunu gördü.
Zülkarneyn doğu tarafında, arka arkaya ülkeler fethederek ilerleye ilerleye nihayet medenî yaşayışın sona erdiği, ilkel (çıplak, evsiz barksız) yaşayan en uzak bir doğuya ulaştığı anlaşılıyor.
91 – İşte Zülkarneyn, böyle yüksek bir hükümranlığa sahip idi. Onun yanında ne var, ne yoksa Biz hepsine vakıf idik.
92 – Sonra o başka bir yol tuttu.
93 – Nihayet iki dağ arasına ulaştığında, onların önünde, hemen hemen hiç söz anlamayan bir millet buldu.
Âyette geçen iki dağın Karadeniz ile Hazar Denizi arasında uzanan dağ sıralarının bir bölümü olduğu, tefsirlerde kuvvetli ihtimal görülmektedir. Dağıstan’ın Derbend şehrindeki sed, İslâm dünyasında Zülkarneyn seddi olarak bilinmiştir. Bu dağların ötesinde Ye’cüc ve Me’cüc bölgesinin yer aldığı düşünülmüştür. Fakat, bunlar birer tahminden öteye geçemez.
94 – “Ey Zülkarneyn!” dediler, “Ye’cüc ve Me’cüc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar.
Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi vermeyi teklif ediyoruz, ne dersin?”
Ye’cüc ve Me’cüc hakkında bkz. 21,96.
95 – O da şöyle cevap verdi: “Rabbimin bana verdiği imkânlar, sizin vereceğinizden daha hayırlıdır.
Siz bana beden gücüyle yardımcı olun da sizinle onlar arasında sağlam bir sed yapayım.”
96 – “Demir kütleleri getirin bana!” Zülkarneyn iki dağın arasını demir kütleleriyle doldurtup dağlarla aynı seviyeye getirince:
“Körükleyin!” dedi. Tam onu bir ateş haline getirince,
“Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim.” dedi.
97 – Artık o Ye’cüc ve Me’cüc’ün, ne seddi aşmaya, ne de onda delik açmaya güçleri yetmedi.
98 – Zülkarneyn: “Bu, Rabbimden bir rahmettir, bir lütuftur, dedi. Rabbimin tayin ettiği vakit gelince, bunu yerle bir eder.
Rabbimin vâdi mutlaka gerçekleşir.”
99 – O kıyamet gününde Biz, insanları birbirine çarparak dalgalanır halde kılacağız.
Sûr’a da üfürülür, insanların hepsini bir araya toplarız. [56,49-50; 18,47]
100-101 – Gözleri Ben’im kitabım karşısında perdeli olup,
Kur’ân’ı dinlemeye tahammül edemeyen kâfirlere,
o gün cehennemi gösteririz, cehennemle karşı karşıya koyarız onları.
102 – O kâfirler, birtakım kullarımı, Benden başka tanrı edinmelerinin geçerli olacağını mı zannettiler?
Doğrusu Biz cehennemi kâfirler için konak olarak hazırladık.
103-104 – De ki: “İşleri yönünden âhirette en büyük kayba uğrayanların kimler olduklarını bildireyim mi?
Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları işlerin karşılıkları hep boşa gidecektir.
Halbuki kendilerinin güzel güzel işler yaptıklarını sanırlar.”
105 – İşte onlar Rab’lerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr etmiş, bu yüzden de yaptıkları iyi işler boşa gitmiştir.
Tartılacak şeyleri kalmadığından kıyamet günü onlar için artık tartı âleti koymayacağız. [25,23; 24,39; 88,2-4; 47,9; 6,88]
106 – İşte kâfir olmaları, âyetlerimle ve kendilerine yapılan uyarılarla alay etmeleri sebebiyle, şu cehennem onların cezası olarak hazırlanmıştır.
107 – İman edip yararlı işler yapanlara gelince, onlara da konak olarak Firdevs cennetleri hazırlandı. [23,11]
108 – Onlar orada devamlı kalacak, (usanmadıklarından ötürü), başka tarafa geçmeyi arzu etmeyeceklerdir.
109 – De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsaydı,
hatta onun bir mislini de takviye gönderseydik,
bu denizler tükenir, Rabbinin sözleri yine de bitmezdi. [31, 27]
110 – De ki: “Ben sadece sizin gibi bir insanım.
Ancak şu farkla ki bana “sizin ilahınız tek İlahtır” diye vahyediliyor.
Artık kim Rabbine âhirette kavuşacağını umuyorsa,
yararlı işler yapsın ve sakın Rabbine ibadetinde hiç bir şeyi O’na ortak koşmasın!