5. 852 dəfə oxunub ,   0 şərh   Çap et

135 âyet olup Mekkede, inmiştir. Hz. Peygam­ber (a.s.)’ı teselli ile başlar, risaletinin kesinlikle muvaffak olacağını müjdeler. Hz. Mûsâ kıssası tafsilatlı olarak bildirilerek, tavsiye edilen sabır ve zaferin en müşahhas örneklerinden biri verilmiş olur. Daha sonra Hz. Peygamberin uğradığı muhalefet ve bu karşı koymanın âkıbeti ele alınır. Sûrenin Meryem sûresi ile aynı sıralarda nâzil olduğu ve bunun da nübüvvetin takriben 6. yılı olduğu düşünülebilir. Hz. Peygamberi açıkça tesellisinin hemen peşinden, birden bire Hz. Mûsâ’ya geçişte şu gizli ve güzel münasebet vardır: Hicaz arapları Hz. Mûsâ isimli bir peygamberin varlığını duymuşlardı. İşte Allah, Hz. Mûsâ’yı nasıl hiç beklemediği bir şekilde peygamber yapmışsa ve bu garip zat, nasıl Firavun’un saltanatını sarsmışsa, bu Peygamber de benzer tebliğlerde bulunup başarılı olacaktır.

Sûre daha sonra Hz. Âdem’in şahsında insanoğlunu bekleyen şeytan tehlikesine karşı uyarmakta, bilahare mahşer manzaralarını göstererek bütün insanlığı irşad etmektedir.

Bu kutlu sûrenin, İslâm tebliğ tarihinde, Hz. Ömer (r.a.)’ın İslâma girişine vesile olması ile önemli bir hatırası vardır. Hz. Peygamberi öldürmek üzere yola çıkan Ömer, kızkardeşi Fatıma ile eniştesi Said (r.a.)’ın Müslüman olduğunu yolda öğrenince önce onların işini bitirmek üzere evlerine geldiğinde onlar Tâ hâ sûresini okumakta idiler. Sakladılar. Zorlayınca Kur’ân sayfalarını çıkardılar. İkisine de hücum etti. Yüzünden kanlar akan Fatıma “Müslüman olduk. Öldürsen de dönmeyiz!” dedi. Bu ihlâslı çığlık ve kesin karar üzerine Ömer ,Tâ hâ sûresini dikkatle okuyup düşündü, düşündü. Evden Müslüman olarak ayrılıp Hz. Peygamberin huzuruna giderek ona biat etti.

Bismillahirrahmanirrahim.

1-2 – Tâ Hâ. Kur’ân’ı sana, meşakkat çekip, bedbaht olasın diye indirmedik.

Tâ hâ: kesin mânasını yalnız Allah’ın bildiği huruf-i mukattaa’dan olmakla beraber, bu hususta yapılan başlıca tefsirler: 1. Hz. Peygam­berin isimlerindendir. 2. Yüce Allah’ın isimlerindendir. 3. Yemindir. 4. “Ey insan!” demektir.

3-4 – Yüce gökleri ve yeri yaratan tarafından onu, Yaratana saygı duyanı uyaran, irşad eden buyruklar halinde tedricen indirdik.

5 – O, Rahman’dır (Sonsuz merhamet ve şefkat sahibidir), arşa çıkmış, (hükmünü yürütmüştür).

6 – Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nun­dur.

Bu, ikisi arasında olan, yerin altında olan da O’nun’dur.

7 – İster yavaş konuş, ister açıktan, O’na göre birdir. Zira O gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. [25,6]

8 – O’dur Allah, O’ndan başka yoktur ilah.

En güzel isimler ve vasıflar O’nundur.

9 – Sahi, olmadı mı senin haberin, Mûsâ’nın durumundan?

10 – Hani o çölde, gece yol alırken, bir ateş gördü uzaktan.

“Durun!” dedi, ailesine: “Bir ateş ilişti gözüme.

Oraya doğru gideyim, Belki oradan bir kor alıp size getiririm. Belki orada yolu bilen birini bulurum.”

11 – Ateşin yanına varınca birden: “Mûsâ!” diye nida edildi.

Hz. Mûsâ Medyen’den Mısır’a ailesi ile dönü­yordu.

Sina (Tûr) dağının da içinde bulunduğu Tuvâ vadisine geldiğinde, karanlık ve soğuk bir kış gecesinde bir oğlu dünyaya geldi. Yolu kaybetmiş, davarları dağılmıştı. En muhtaç oldu­ğu şey ateş idi. Allah lütfundan ötürü ateşte tecelli etti ki o da buraya yönelsin (Krş. Çk, 3).

12 – “Haberin olsun: Senin Rabbin Benim!” denildi. “Çıkar pabuçlarını hemen! Çünkü kutsal vâdidesin sen! (Evet evet) Tuvâ’dasın sen!” [79,16]

Krş. Tevrat, Çıkış, 3 ve 4. bölümler. Bu ko­nu, Tevrat ve onun açıklaması durumunda olan Talmud’dan okununca, Kur’ân’ın ihtiva ettiği farklılıklar görülür ve Kur’ân’ın kopya ettiğini iddia eden oryantalistlerin utanması gerekir.

13 – Peygamberliğe seçtim seni,

Öyleyse iyi dinle sana vahyedileni! [7,144]

14 – Muhakkak ki Ben’im gerçek İlah.

Benden başka yoktur ilah.

O halde sen de yalnız Bana ibadet et!

Beni anmak için namaz eda et!

15 – Elbet gelecek kıyamet saati. Neredeyse açıklayasım geliyor onun vaktini.

Ta ki her kişi bulsun orada bütün yapıp ettiğini, işlerinin karşılığını.

[99,7-8; 52,16; 27,65; 7,187; 31,34]

16 – Buna inanmayanlar, nefsinin arzu ve ihtiraslarının peşine düşenler, sakın seni ona inanmaktan vazgeçirmesin, sonra sen de helâk olursun!

17 – Mûsâ, şu sağ elinde tuttuğun şey de ne?

18 – “O asamdır,” dedi, “üzerine dayanırım, onunla davarlarıma yaprak çırparım, ayrıca onunla daha birçok ihtiyacımı gideririm.”

19 – “Bırak onu Mûsâ!” buyurdu.

20 – Hemen bıraktı. Bir de ne görsün: Hızla kıvrılıp sürünen, kocaman bir yılan oldu!

21 – “Tut onu! Korkma, Biz onu eski haline çevireceğiz!” buyurdu.

22 – Bir de elini koynuna sok! Bir başka mûcize olarak pürüzsüz, parlak bir şekilde çiksın! [28,32]

23 – Böylece sana en büyük mûcizelerimizden birini göstermek istiyoruz.

24 – Firavun’a git! Çünkü o, iyice azdı. [26,10-15]

25-27 – “Ya Rabbî,” dedi, genişlet göğsümü, kolaylaştır işimi, çözüver şu dilimin bağını.

28 – Ta ki anlasınlar sözümü!

29-30 – Bana da ailemden birini,

yardımcı kıl, Harun kardeşimi!

31 – Onunla beni takviye et!

32 – Onu bu işime ortak et!

İslâm’a göre Hz. Harun, Hükümdarın yanında bir din yetkilisinden ibaret olmayıp risalet işinde ortaktır. İslâm hukukçuları buradan müşterek hakimiyetin meşruluğu hükmünü çıkarırlar.

33 – Ta ki Seni daha çok tesbih ve tenzih edelim.

34 – Ve Seni daha çok analım.

35 – Aslında Sen bizim bütün hallerimizi hakkıyla görmektesin.”

36-37 – “Mûsâ!” dedi, “istediklerin sana verildi. Zaten başka bir sefer de sana lütufta bulunmuştuk.” [28,7-13]

38 – O vakit annene ilham edip dedik ki!

39 – “Onu bir sandığa yerleştirip denize bırak! Deniz onu sahile atsın. Bana da ona da düşman olan biri onu alsın!” Ve “Ey Mûsâ! nezaretim altında yetiştirilmen için sana karşı insanların gönüllerinde tarafımdan bir sevgi bıraktım!” [28,7-9]

Eski Ahid Çıkış kitabında yer alan kıssaya göre Nil nehrinden onu alan Firavun’un kızı, İslâmi geleneğe göre ise hanımıdır.

Hz. Mûsâ’nın annesi, oğlunun da diğer yeni doğan İsrail çocukları gibi öldürüleceği korkusuyla, onu Nil nehrine bıraktı. Eşi Asiye, kocası ile sarayının bahçesinde gezinirken fark edip ırmaktan sandığı çıkarttı. Kalbi çocuğa sevgi ile doldu. Mûsâ’nın ablası onu izlerken, çocuk için süt annesi aradıklarını öğrenince, gelecek âyetteki teklifi yaptı.

40 – Kız kardeşin, denizden seni alanların yanına varıp: “Ona iyi bakacak birini size buluvereyim mi?” diyordu. Böylece seni annene kavuşturduk ki gözü aydın olsun, üzülmesin.

Derken sen büyüdün, bir adam öldürdün de Biz seni o sıkıntıdan kurtardık.

Seni, ey Musâ, türlü türlü imtihanlarla sınayıp yetiştirdik.

Bu yüzden de yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra da takdirimizle, buraya geldin! [28,12]

Hz. Mûsâ, kasıtlı olmaksızın kazaen bir kıbtinin ölümüne sebeb olmuştu. [28,15-16]

41 – “Seni Ben seçip Peygamberliğime hazırladım.” [7,144]

42 – “Haydi kardeşinle birlikte âyetlerimle gidiniz, sakın Beni anmakta gevşeklik göstermeyiniz!”

43 – Gidin. Firavun’a, zira o iyice azdı.

44 – Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alır, yahut hiç değilse biraz çekinir.” [16,125]

45 – “Ey Yüce Rabbimiz!” dediler, “doğrusu, korkarız ki o bize son derece kötü davranır, hatta ileri gidip daha da azar.”

46 – “Korkmayın!” buyurdu, “Ben sizinle beraberim, her şeyi işitir ve görürüm.”

47 – “Haydi varın da şöyle deyin ona:

Rabbin tarafından gönderilen elçileriz biz sana!

İsrailoğullarını bizimle gönder ve işkence etme onlara!

Rabbinden bir belge ile geldik biz sana.

Kurtuluş hastır, bu doğru yolu tutanlara!”

Son cümleden maksat, “selâm olsun” anlamında bir dilek değil, haber kipi olarak bir hüküm bildirmektir.

48 – “İnan ki bize: “Dini yalan sayıp ondan yüz çeviren, mutlaka azaba uğrayacaktır!” diye vahyedildi.” [79,37-39; 92,14-16; 75,31-32]

49 – “Firavun: “Musa!” dedi, sizin Rabbiniz de kimmiş!” dedi.

50 – “Rabbimiz,” dedi, “her şeyi yaratan,

sonra da onu yaratılış gayesine uygun yola koyan,

Yüce Yaradandır (buna iyice inan)”

Allah her şeyi yaratıp şekil ve özelliklerini, varlığını sürdürme yollarını gösterendir. 1. Mesela insanlara yapacakları işlere en uygun olacak el ve ayak vermiştir. 2. İnsana, hayvanlara, bitkilere, madenlere, havaya, suya vs. işlevleri için en uygun durumları vermiştir. 3. Her şeye, işlevini, gereği gibi yerine getirmesine elverişli imkânlar vermiştir, o yola koymuştur. Kulağa işitmeyi, göze görmeyi, balığa yüzmeyi, kuşlara uçmayı, toprağa bitki çıkarmayı, ağaca çiçek açıp meyve vermeyi öğreten O’dur. Hz. Mûsa, Allah’ı tanıtmak için, işte öyle kısa, fakat yoğun bir cümle söyledi ki yığınlarla kitap yazılsa yine onun mânasını ihata edemez.

51 – Firavun dedi ki: “Peki o zaman, önceki nesillerin durum ve âkıbeti ne olur?”

52 – “Onların durumu, Rabbimin yanındaki bir kitaptadır. O, ne şaşırır, ne de unutur.” dedi.

53 – O’dur ki yeri size beşik yaptı.

Orada sizin için yollar ve geçitler açtı.

Gökten de size yağmur indirdi.

İşte o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık. [21,31; 13,3]

Ezvac (çiftler) denilmesi bitkilerdeki erkek ve dişi unsurların çiftleşmesine işarettir.

54 – Hem siz yiyin, hem davarlarınızı otlatın!

Elbette bunda aklı olanlar için âyetler, Allah’ın kudretine deliller vardır.

55 – Sizi, ey insanlar, Biz yerden yarattık.

Yine oraya göndereceğiz ve oradan tekrar Biz çıkaracağız. [7,25]

Hz. Ali (r.a) bir hutbesinde. “Ey insanlar, siz ebediyet için yaratıldınız. Babalarınızın sulblerinden rahimlere, oradan dünyaya geçiyorsunuz. Dünyadan berzaha (kabre), oradan da ya cennete, ya da cehenneme gideceksiniz.” deyip bu âyet-i kerimeyi okumuştu.

56 – Biz Firavun’a bütün âyetlerimizi, delillerimizi gösterdik, fakat o bunları yalan saydı ve gerçeği kabul etmemekte direndi. [54,42]

57-58 – “Musa!” dedi “yoksa sen, sihirdeki maharetinle bizi yerimizden yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?”

“O halde bilmiş ol ki biz de seninki gibi bir sihirle karşı koyacağız.”

“Şimdi sen, bizim de senin de caymayacağımız uygun bir buluşma vakti tayin et, düz, geniş bir alanda karşılaşalım!”

59 – Mûsâ: “Karşılaşma zamanı, bayram günü olsun, halk sabahleyin toplansın.” dedi.

Unutmamak gerekir ki saray hanedanı ve Mısır’ın ileri gelen yöneticileri ile halkın dini, birbirinden çok farklı idi. Ayrı tanrıları, ayrı mabedleri ve âhiret hakkında ayrı düşünceleri vardı. İsrailoğulları ile tevhide inanan başka insanlar, takriben nüfusun %10’unu oluşturuyordu. Bu şartlar altında Firavun, Mûsâ (a.s.)’ın sebeb olabileceği dinî inkılabdan çok endişe ediyor ve halk nezdinde onu gözden düşürmeye büyük önem veriyordu. Ama hilesi, tamamen tersine dönüp kendisinin başına geçti.

60 – Firavun işlerini ayarlamaya girişti, bütün çare ve hilelerini, en usta sihirbazlarını toplayıp buluşma yerine geldi. [7,112; 10,79]

61 – Mûsâ onlara: “Yazık size!” dedi, “Allah hakkında yalan uydurmayın,

yoksa O size öyle bir azap gönderir ki kökünüzü keser.”

“İftira eden, muhakkak perişan olur!”

62 – Bunun üzerine onlar aralarında tartışmaya ve fısıldaşmaya, kulislere başladılar.

63 – Sonunda: “Her hâlde, dediler, bunlar, sizi sihirleriyle yurdunuzdan çıkarmak isteyen ve en ideal yaşam düzeninizi ortadan kaldırmak isteyen iki büyücü!”

64 – O halde bütün hünerlerinizi toplayıp sıra sıra, merasim düzeninde meydana çıkın.

Bugün ölüm kalım günüdür. Kim bugün üstün gelirse, iflah olacak odur!

65 – Onlar: “Mûsâ! İstersen hünerini önce sen ortaya koy, istersen biz ortaya koyalım!” dediler.

66 – “Hayır, siz ortaya koyun!” dedi. Bir de ne görsün:

onların sihirleri sayesinde, ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten hareket ediyormuş gibi geldi.

67 – Mûsâ birden, içinde bir endişe duydu.

Büyücüler iplerini ve değneklerini atıp, Hz. Mûsâ’ya yüzlerce yılanın kendisine doğru geldiği hissini verince, o elinde olmaksızın bir an için korkmuş olabilir. Bu, peygamberlere bile büyünün bir dereceye kadar etki edebileceğini gösterir. Bu kabîl şeyler, peygamberlerin ismetine aykırı değildir. İsmete (yani günahlardan korunmuş olma sıfatına) aykırı olan, vahye tesir etmesidir ki böyle bir şey yoktur.

68 – “Endişe etme!” dedik, “zirâ sen galip geleceksin.”

69 – Elindeki değneği ortaya at, onların yaptıklarını yutacaktır.

Çünkü onların yaptığı, sihirbaz oyunudur.

Büyücü ise, nereye varırsa varsın, hiçbir yerde iflah olmaz.

Bu emir üzerine Hz. Mûsâ (a.s.) asasını bırakınca o, sihirbazların bütün aletlerini yuttu. Böylece büyücüler bunun bir sihir değil, ilahî bir mûcize olduğunu anladılar.

70 – Derken bütün büyücüler secdeye kapandılar.

“Harun ile Mûsâ’nın Rabbine iman ettik!” dediler.

71 – “Ya!” dedi Firavun, “benden izin çıkmadan ona inandınız ha!

Demek ki size sihri öğreten ustanız oymuş!

Ellerinizi ve ayaklarınızı farklı yönlerden keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım!

Kimin azabının daha şiddetli, daha devamlı olduğunu işte o zaman anlayacaksınız!” [7,123]

72 – “Mümkün değil” dediler, “bize gelen bunca delillere ve bizi Yaratana karşı seni tercih edemeyiz.

İstediğin hükmü ver. Senin hükmün nihayet, bu dünyada geçer.”

73 – “Biz Rabbimize iman ettik. Onun günahlarımızı, özellikle bizi yapmaya zorladığın sihir günahını affedeceğini umuyoruz.

Allah elbette daha hayırlı ve O’nun mükâfatı daha devamlıdır.”

74 – Doğrusu kim Rabbine kıyamette suçlu olarak gelirse onun yeri cehennemdir.

Orada ne ölür kurtulur, ne de yaşamı hayat sayılır. [35,36; 87,11-13; 43,77]

75 – Her kim de yararlı işler yapmış mümin olarak gelirse, onlara da pek yüksek mevkiler vardır.

76 – Zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri var.

Onlar oraya ebedî kalmak üzere girecekler.

İşte kötülüklerden arınanların mükâfatı budur.

77 – Biz Mûsâ’ya şöyle vahyettik: Kullarımla geceleyin Mısır’dan yola çık.

Asanı vurarak denizde onlara kuru bir yol aç!

Firavun’un size ulaşmasından ve boğulmanızdan endişe edip korkmayın! [26,52; 44,23]

78 – Firavun da askerleriyle onun peşine düştü. Deniz onları öyle bir sardı ki birden yutuverdi. [26,60-66]

79 – Böylece Firavun halkını kurtuluşa değil, yanlış yola, çıkmaza götürdü. [11,98]

80 – “Ey İsrail evlatları! Sizi düşmanlarınızdan kurtardık. Tûr’un sağ tarafında Mûsâ ile konuşmayı size vaad ettik. Size çölde kudret helvasıyla bıldırcın lütfettik” [2,51]

Onları orada bırakıp, Allah Teâlâ İsrailoğullarına, bu büyük lütfunu hatırlatıyor. Zira kesin olan toptan yok edilmekten, Allah kendilerini kurtarmıştı.

Dünya hayatlarını kurtarmadan sonra, daha da önemli olan ebedî hayatlarını kurtarma vesilesi olan Tevrat nimeti hatırlatılıyor. Tevrat’ın verilmesi için yapılan vaad# Hz. Mûsâ’ya yapıldığı halde, bütün o insanlara yapılmış olarak ifade buyuruluyor. Zira dünya ve âhiret mutluluklarına vesile olan bir kitaptan istifade edenler onlar olacaklardı.

81 – “O halde size verdiğimiz rızıkların en hoş ve temiz olanlarından yiyin, ama bu hususta taşkınlık yapmayın, yoksa gazabım tepenize iniverir!

Kimi de gazabım çarparsa artık o uçuruma düşmüştür.”

82 – “Şu da muhakkak ki inkârdan dönüş yapan, iman eden, yararlı işler yapan, böylece doğru yola giren kimseyi de affederim”.

83 – “Hem Musa!” dedi, “Seni halkından çabucak ayrılıp gelmeye sevkeden sebep ne?”

Hz. Mûsâ, ümmetinden 70 kişi seçerek Tevrat’ı almak üzere onlarla Tûr’a gidiyordu. Kendisi, Rabbine olan şevkinden ötürü ilerleyip o yetmiş nakibi geride bırakmıştı.

84 – “Onlar,” dedi, “beni izliyorlar. Benden daha çok razı olman için sana kavuşmakta acele davrandım ya Rabbî!”

85 – Allah buyurdu: “Sen öyle biliyorsun amma onlar senin izinde değiller,

Zira Biz senin ayrılmandan sonra halkını sınadık ve Samirî onları yoldan çıkardı.”

Tevrat’a göre (Çk, 32,4 ve 24) bu altın buzağı heykelini yapan bizzat Harun (a.s.)’dır. Halbuki Kur’ân-ı Kerim gerçeği ifade eder. Bunu yapanın, Samirî olduğunu bildirip, Hz. Harun’un bundan berî olduğunu ilan eder.

86 – Mûsâ derhal son derece kızgın ve üzgün olarak halkına döndü: “Ey milletim! dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı?

Verilen sözün üzerinden çok uzun süre mi geçti, yoksa Rabbinizin gazabının tepenize inmesini mi istiyorsunuz ki bana olan vâdinizden caydınız?”

87 – “Biz,” dediler, “kendi güç ve irademizle sana olan vâdimizden dönmedik. Fakat biz o halkın, Mısırlıların zinet eşyalarından birtakım ağırlıklar yüklenmiştik.

Onları ateşe attık. Samirî de kendi mücevheratını atıverdi.

İsrailoğulları Mısır’dan çıkmadan önce Mısırlılardan bir miktar altın ve zinet eşyaları ödünç almışlardı. Hz. Mûsâ’nın dönüşü gecikince Samirî: “Onun engellenmesinin sebebi, sizdeki bu emanetlerdir.” dedi. Bunun üzerine, altınları getirip onun önünde topladılar. Samirî de eritip buzağı şekline koydu. Sonra Cebrail (a.s.)’ın bineğinin izinden avuçladığı bir avuç bereketli toprağı sürünce, buzağı ses çıkardı. Razî’ye göre bunun sebebi ona hayat girmesi değil, heykele konulmuş olan bazı deliklere hava girmesi sonucunda buzağı heykeli ses çıkarmıştır.

88 – Derken o, ahali için böğürme marifeti olan bir buzağı heykeli döküp çıkardı. Samirî ve arkadaşları: “İşte bu, sizin de, Mûsâ’nın da tanrısıdır, ama Mûsâ bunu unuttu!” dediler.

Son cümlede, Hz. Mûsâ’nın unuttuğunu iddia ettikleri söz ile, şu iki şey kasdedilmiş olabilir: Samirî ve taraftarları: “Bu buzağı tanrıdır, fakat Mûsâ bunu unutup gitti.” yahut “Mûsâ, onun tanrı olduğunu unuttu” demek istemişlerdi.

Burada bu halkın maddeciliğine de ayrıca işaret edilmiş olabilir: Som altın buzağı heykeli karşısında akılları başlarından gitti. “Bu dururken insan başka şeyin ardına düşer mi?” demek istediler, vallahu a’lem.

89 – Onlar görmüyorlar mıydı ki o heykel, kendilerine mukabele edecek bir çift laf söyleyemiyordu.

Kendilerine gelen bir zararı önleyemediği gibi, onlara fayda da sağlamıyordu.

90 – Doğrusu, Harun onlara, bundan önce: “Değerli halkım!” dedi, “siz bu heykel ile imtihana tâbi tutuldunuz.

Şu kesindir ki sizin Rabbiniz Rahman’dır (çok şefkatli ve merhametlidir).

O halde beni izleyin ve emrime itaat edin!”

91 – Onlar ise: “Mûsâ yanımıza dönünceye kadar ona tapmaya devam edeceğiz!” diye karşılık vermişlerdi.

92-93 – Mûsâ döndüğünde bu durumu bilmediğinden: “Harun!” dedi, “onların saptığını gördüğünde benim izimce gelmene ne mani oldu, yoksa emrime karşı mı geldin?” deyip onu sakalından tutarak çekmeye başladı. [7,142]

94 – “Ey anamın oğlu!” dedi Harun, “lütfen sakalımdan, saçımdan beni çekiştirip durma. Ben, senin “İsrailoğullarının içine ayrılık soktun, sözümü dinlemedin!” diyeceğinden endişe ettim.”

95 – Bu sefer Samirî’ye dönerek: “Samirî! peki senin derdin nedir?” dedi.

96 – “Ben,” dedi, onların görmedikleri bir şeyi gördüm.

O resul’ün izinden bir avuç toprak alıp onu potanın içine attım. İşte böylece nefsim böyle yapmayı bana hoş gösterdi.”

Samirî bu sözü ile şunu demek istemişti: “Ben onların göremediklerini, yani Hayat bineği üzerinde sana gelen Cebrail (a.s.)’ı, gördüm. Kalbime bu duygu geldi, onun izlerinden bir avuç toprak aldım, onun bereketinden yararlanmak istedim.”

97 – “Defol!” dedi Mûsâ, artık ömür boyunca sen: “Bana dokunmayın, benden uzak durun!” diyeceksin, yalnız yaşamaya mahkûm olacaksın.

Ayrıca senin asla kurtulamayacağın bir ceza günü var.

Şimdi tapınıp durduğun tanrına bak! Biz onu yakacağız, sonra da kül haline getirip denize savuracağız.”

Samirî’nin bundan sonra ağır bir bulaşıcı hastalığa yakalanması sebebiyle yalnızlığa terk edilmiş olması mümkündür. Bir kısım oryantalistler Samiri’yi, Hz. Mûsâ’dan birkaç asır sonra kurulan Sameriyye şehrinden sanıp, Kur’ân’ın tarihî bir noksanlık yaptığını, iddia ederler. Onlara kalsa (hâşa) Hz. Peygamber (a.s.), Yahudi kaynağından aldığı bilgiyi böyle anlatmış olmaktadır.

Oysa Samirî özel isim olmayıp, Samirî ırk ve bölgesine mensubiyet bildirir. Mezepotamya’nın en meşhur halklarından olan Sümerler vardı. Mısırlıların, bu konumda olan şahıslara Samirî veya Samerî demiş olmaları rahatlıkla düşünülebilir (Mevdudî, Tefhim). Mevcut Tevrat nüshalarında bu konu “Çıkış” kitabı boyunca anlatılır. Bu arada, peygamberlik hakkında iftiralara da rastlanır (Mesela; güya Harun (a.s.) buzağı heykelini yapıp İsrailoğullarını ona tapmaya çağırmıştır (Çıkış, 32,1-6). Bunların tahrifat kabilinden olduğunu söylemeye gerek yoktur.

98 – Sizin İlahınız yalnız Allah’tır. Ondan başka ilah yoktur. O her şeyi ilmi ile ihata etmiştir.

99 – İşte böylece sana geçmiş mühim olaylardan bir kısmını anlatıyoruz.

Tarafımızdan sana da bir zikir verdik. [41,41; 15,9; 21,50]

Zikr: Tevhid ve tebliğ tarihindeki birçok ibretli hadiseyi, peygamberlerin örnek davranışlarını, halklarını eğiten irşadlarını, birçok mûcizeyi hatırlatarak Hz. Peygambere de bu özelliklerin verildiğine delâlet eden Kur’ân-ı Kerimdir. Kur’ân’ın, bunların yanında insanı eğiten, yetiştiren, uyaran, yönlendiren ilahî direktifler (buyruklar) ihtiva ettiğini de ifade eder.

100 – Kim ona sırtını çevirirse, muhakkak ki o, kıyamet günü büyük bir vebal yüklenecektir. [11,17]

101 – O yükün altında daimî olarak kalacaklardır. Kıyamet günü bu yük, onlar için ne ağır bir yük olacak!

102 – Günü gelecek, sûra üflenecek. Biz suçlu kâfirleri, gözleri korkudan gömgök vaziyette haşredip toplayacağız.

Mahşer meydanında gözleri gömgök, yüzleri kapkara, velhasıl pek çirkin vaziyette toplanmaları kasdedilmiştir.

103 – Kendi aralarında sessizce konuşurken:

“Dünyada, olsa olsa on gün kadar bir şey kaldınız.” derler.

104 – Aralarında konuştukları konuyu Biz pek iyi biliriz.

Onların en makul olanı, o zaman “Siz bir günden daha fazla kalmadınız.” diyecek. [30,55; 79,46; 35,37; 23,112-114]

105-106 – Bir de sana o gün, dağların durumunu sorarlar. De ki:

“Rabbim onları darmadağın edecek, ufalayıp savuracak, yerlerini dümdüz, boş vaziyette bırakacak.”

107 – “Orada artık ne iniş, ne yokuş göreceksin!”

108 – O gün insanlar, Hakkın dâvetçisine hiç bir tarafa sapmadan uyarlar.

Rahman’ın azametinden dolayı sesler kısılmıştır.

Artık bir fısıltıdan başka bir ses işitemezsin. [19,38; 54,8]

109 – O gün, Rahman’ın şefaat izni verip sözünden razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. [2,255; 53,26; 21,28; 78,38]

110 – O, onların geleceklerini de geçmişlerini de bilir. Kulların ilmi ise bunu asla kavrayamaz. [2,255]

Son cümle şu mânaya da gelebilir: “Onlar ise bilgi kapasiteleri ile Allah’ı kavrayamazlar.”

111 – Bütün yüzler, (hayatın ve hakimiyetin tam mânasıyla sahibi olan) Hayy-u Kayyum’a baş eğmiştir.

Zulüm yüklenerek gelen, gerçekten perişan olmuştur. [31,13]

112 – Mümin olarak yararlı işler yapan ise, ne zulümden, ne de haklarının çiğnenmesinden korkar.

113 – İşte böylece bu kitabı Arapça bir Kur’ân olarak indirdik ve onda uyarı ve tehditlerimizi farklı üsluplarla anlattık.

Ta ki insanlar Allah’a karşı gelmekten korunsunlar ve ta ki o, kendilerine bir ibret ve uyanış versin.

İbret verecek şey, Kur’ân veya yapılan tehditler olabilir.

114 – Demek ki gerçek Hükümdar olan Allah çok Yücedir.

Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan unutma endişesi ile Kur’ân’ı okumada acele etme ve: “Ya Rabbî! Benim ilmimi artır.” de! [23,116; 75,16-19; 114,2]

Vahyin başlangıcında Peygamber Efendimiz, vahyedilen âyetleri unutmamak için gayri ihtiyarî içinden dilini kıpırdatarak tekrarlıyordu. Bu, müteakip âyetleri de bellemesine engel olabilirdi. Allah Teâlâ Kıyame, 16-18 âyetleriyle unutturmama garantisi verince, Hz. Peygamber rahatladı.

Allah, Resul-i Ekremine ilmini artırmasından başka bir şey artırmayı istemesini emretmemiştir. İbn Mes’ud (r.a) bu âyeti okuduğunda: “Ya Rabbî, benim ilmimi, imanımı ve yakinimi (kesin inancımı) artır.” diye dua ederdi.

115 – Doğrusu Biz daha önce Âdem’e de vahiy ve emir vermiştik, ne var ki o ahdi unuttu, onda bir kararlılık bulamadık.

Bir zelle sebebiyle Hz. Âdem’in cennetten çıkarılmasının, hikmeti tek kelime ile “ilahî görevlendirme”dir. Beşeriyetin bütün fikri ve manevî terakkileri ve her türlü kabiliyetlerinin gelişmesi ve insanlığın mahiyetinin Allah’ın isimlerine mükemmel bir ayna olması, o görevin sonuçlarındandır. Şayet cennette kalsaydı, melekler gibi makamı sabit kalırdı. Çok sayıda melâike zaten vardı. Allah’ın hikmeti, dünyanın mâmur edilmesini ve nihayetsiz makamlara çıkabilecek insanın kabiliyetlerini geliştirmeye elverişli bir imtihan diyarı gerektiriyordu.

116 – Düşünün ki Biz, bir vakit meleklere: “Âdem’e secde edin!” dedik. Hepsi secde ettiler, yalnız İblis diretti.[2,34; 7,11; 38,72-74]

117 – Biz de dedik ki: “Âdem! İyi bil ki bu, sana da eşine de tam bir düşmandır.

Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra perişan olur, helâke sürüklenirsin!”

Perişanlık “geçim derdine düşmek” diye tefsir edilir.

118-119 – “Sen cennette asla açlık çekmeyecek, asla çıplak kalmayacaksın.

Orada asla susuzluk çekmeyecek ve güneşin kavurucu sıcağına mâruz kalmayacaksın.

120 – Ama şeytan ona vesvese verip: “Âdem! dedi, “ister misin sana ebediyet (ölümsüzlük) ağacını, zamanın geçmesiyle zeval bulmayan bir devlet ve saltanatı göstereyim?” [2,35]

121 – Derken ikisi de o ağacın meyvesinden yediler. Bunun üzerine edep yerlerinin açık olduğunu fark ettiler. Derhal cennet yapraklarıyla üstlerini örtmeye başladılar.

Böylece Âdem Rabbine karşı geldi de yanıldı.

Ebu’suud Efendi şöyle der: Hz. Adem’in küçük hatası hakkında Cenab-ı Hakk’ın “isyan ve gavâye” tabirini kullanması, onun evlatlarını benzer iş yapmaktan güçlü bir surette sakındırmak içindir.

122 – Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve onu hidâyetine mazhar etti.

123 – Onlara hitaben buyurdu ki: Kiminiz kiminize düşman olarak cennetten yere ininiz!

Sonra ne zaman Ben’den bir rehber gelir de, kim ona tâbi olursa, artık o ne yolu şaşırır, ne de bedbaht olur.

122 ve 123. âyetler bu konu bakımından çok önemlidir (Krş. 2,37-38). Allah Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın tövbelerini kabul ettikten sonra dünyaya gönderiyor. Demek ki dünyaya göndermek cezalandırma değil, bir taltiftir. Allah insanı, böylece dünyaya, halife (yetkili) olarak gönderiyor (2,30), dünyayı mâmur etme yetkisi ile donatıyor. Bu görevlendirme de gerekçesiz değildir. Gök, yer, dağlar gibi diğer yaratıklar bu görevi kabul etmemişler (33,72) sadece insan yüklenmiştir. Hz. Âdem’in ömrü, dünyanın ömrüne göre çok kısa olduğundan, onun evlatları kendisine halef olmuşlardır.

124 – Ama kim Ben’im zikrimden yüz çevirirse kitabımı dinlemez ve Ben’i anmaktan gaflet ederse, ona sıkıntılı bir hayat vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz.

125 – “Ya Rabbî,” der, “ben gözleri gören biri olduğum halde neden beni kör olarak haşrettin?” [17,97]

126 – Buyurur ki: “Bu böyledir. Nasıl âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttuysan, bu gün de sen öyle unutulur, bir kenara atılırsın.”

127 – İşte inkârda ve günahta hadlerini aşanları ve Rab’lerinin âyetlerine inanmayanları böyle cezalandırırız.

Âhiret azabı ise elbette daha şiddetli ve daha devamlı olacaktır.

128 – Bugün meskenlerinde dolaştıkları, daha önce yaşamış bunca nesilleri helâk edişimiz, onları yola getirmedi mi?

Elbette bunda akıllı kimseler için alınacak dersler vardır. [22,46; 32,26]

129 – Eğer Rabbin tarafından daha önce verilmiş bir söz ve tayin edilmiş bir vâde olmasaydı, azap onlara çoktan gelmiş olurdu!

130 – O halde onların söylediklerine sabret!

Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbinin yüceliğini ilan et, O’na hamdet!

Gecenin bazı vakitlerinde, gündüzün bazı taraflarında da O’na ibadet et ki memnun ve mutlu olasın.

Burada beş vakit namaza işaret edilmektedir. Âyette geçen hamd ile tesbihten maksat namazdır. Güneşin doğmasından önce sabah namazı: batmasından önceki, İkindi namazı: gecenin bir kısım saatleri, akşam ile yatsı: gündüzün bazı taraflarındaki namaz ise öğle namazıdır.

131 – Onlardan bazı zümrelere, sırf kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süslerine gözünü dikme!

Rabbinin sana verdiği nimet, hem daha hayırlı ve değerli, hem de daha devamlıdır. [15,88; 93,5]

132 – Ailene ve ümmetine namaz kılmalarını emret, kendin de namaza devam et!

Biz senden rızık istemiyoruz, bilakis senin rızkın Bize aittir.

Güzel âkıbet, takvâdadır, yani Allah’ı sayıp haramlardan korunmaktadır.

Razi’nin belirttiği üzere, Allah, kullarına ihtiyacı olmadığını, namazı, ibadeti kullarının kendi faydaları için emrettiğini böylece belirtmiş olmaktadır.

Tevrat’ın elimizdeki nüshasında sık rastlanan bir tanımlamaya göre, namaz “kıskanç bir Tanrıya ödenen bir vergi veya haraç olarak değil” fakat sadece ifa edenin kendi yararına olan bir fiil olarak anlaşılmalıdır.

“Senden rızık istemiyoruz, kendinin ve ailenin rızkını temin için çalışmanı ve bu yüzden risalet görevini ihmal etmeni istemiyoruz.” demektir.

133 – “O resul, gerçek peygamber olduğuna dair Rabbinden bizim istediğimiz bir mûcize getirse ya!” dediler.

Onlara önceki semavî kitaplarda bulunan deliller gelmedi mi?

Bu âyetten Kur’ân’ın, önceki semavî kitaplarla aynı temel gerçekleri dile getirdiği anlaşılmaktadır. O kitaplarda Hz. Peygamber (a.s.)’ın geleceğine dair haberlere de îma edildiği düşünülebilir (Ts 18, 15 ve 18; Yh 14, 16 ve 15, 26 ve 16,7). Böylece Hz. Peygamberin gelmesinin orada bildirilenlerin bir beyyinesi, bir ispatı olduğu belirtilmiş oluyor.

134 – Şayet Biz peygamber gelmeden kendilerini azab ile helâk edecek olsaydık onlar:

“Ey Yüce Rabbimiz, ne olurdu bize bir elçi gönderseydin de, biz böyle rezil ve zelil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!” derlerdi. [10,97; 6,155-157; 10,110]

135 – De ki: “Herkes beklemede!

Siz de gözleyin bakalım! Doğru yolu tutanların, hidâyete erenlerin kim olduğunu yakında anlayacaksınız!” [25,42; 54,26]




Şərh yaz