1. 437 dəfə oxunub ,   0 şərh   Çap et

101 – İşte o ülkelerin haberlerinden bir kısmını sana böylece anlatıyoruz. Oraların halklarına peygamberlerimiz açık deliller, mûcizeler getirdiler.

Fakat onlar iman etmediler. Çünkü ondan önce tekzip ve inkâr etmeyi âdet haline getirmişlerdi. Allah kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler! [17,15; 11,101-102]

102 – Biz onların çoğunda sözünde durma diye bir şey bulmadık; onların ekserisinin sadece itaat dışına çıkmış kimseler olduğunu gördük. [21,25; 57,8]

103 – Onlardan sonra Mûsâ’yı âyetlerimizle Firavun’a ve onun ileri gelen yetkililerine gönderdik.

Onlar âyetlerimize haksızlık ettiler. Ettiler de, bak o müfsitlerin âkıbeti nice oldu! [20,42-79; 27,14] {KM, Çıkış 7 ve 15. bölümler}

Mele’: Aynı görüş ve maksatla bir araya gelip şekil ve görünüşleri, kıymet ve önemleri ile göz dolduran hey’et. Meselâ bir dernek, bir kabine, bir parlamento, bir ordunun bütünü adına söz söylemeye yetkili kişilerin teşkil ettikleri hey’et. Firavun’un bu danışma meclisine hitaben “Ne buyurursunuz?” (7,110) demesinden, bunların yönetimde önemli yerlerinin olduğu anlaşılıyor.

104 – Mûsâ: “Ey Firavun, dedi, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir resulüm.”

Hz. Mûsâ (a.s.)’ın muhatabı Firavun’un M.Ö. 1292-1225 arasında yaşayan Ramses II olduğu kabul edilir. İsrailoğullarının takvimine göre Hz. Mûsâ M.Ö. 1272 yılında vefat etmiştir. Fakat bu tarihler takribidir. Çünkü İsrail, Mısır ve Hıristiyan takvimlerinin tarihlerini uzlaştırmak pek zordur. Bu Firavun’un oğlunun adı Mineftahdır. Mısır’dan çıkış öncesinde Hz. Mûsâ’nın muhatabı Firavun da muhtemelen budur.

105 – “Başta gelen görevim, Allah Teâla hakkında, gerçek dışı bir şey söylemememdir.

Gerçekten size Rabbinizden çok açık bir belge getirdim.

Artık İsrailoğullarını benimle beraber gönder.”

Hz. Yusuf (a.s.) kuyudan çıkarılıp satılınca Mısırda Vezirin sarayında kalmış, daha sonra da Mısırın Maliye bakanı olmuştu. Babası Hz. Yâkubu (a.s.), dâvet etmiş, o da ailesi ve İsrailoğulları ile Filistinden beraberce gelip Mısır’a yerleşmişlerdi. Zamanla, Mısır Firavunları onlara parya, hizmetçi muamelesi yapmış, ağır işlerde çalıştırmaya gitmişlerdi. Onlara zulüm ve işkence uygulamışlardı. Mûsâ (a.s.) onlardan, muvahhit bir ümmet teşkil etmek için Firavunlara esir olmaktan kurtarıp, hür olarak, vatanları Filistin’e yerleştirmek istemişti.

106 – “Eğer, dedi Firavun, gerçekten getirdiğin bir belge varsa ve sen doğru söyleyen biri isen, onu ortaya koy da görelim.”

107-108 – Bunun üzerine Mûsâ, asasını yere bırakıverdi, bir de ne görsün: o koskoca bir ejderha kesilmiş!

Elini sıyırıp çıkardı, bir de ne görsün: Bakan kimseler için parlak mı parlak, ışık saçan bir el haline gelmiş! [20,18-22] {KM, Çıkış 4,2-8}

109 – Firavun’un ileri gelen yetkilileri: “Anlaşıldı, bu usta bir sihirbaz!” dediler.

110 – Firavun: “Bu adam, dedi, “sizi yerinizden yurdunuzdan etmek peşinde! Görüşünüz nedir bu konuda?”

111-112 – Yetkililer: “Onu ve kardeşini alıkoy, bütün şehirlere de görevliler yolla, usta sihirbazların hepsini senin huzuruna getirsinler” dediler.

113 – Bütün büyücüler Firavun’a gelip: “Galip gelecek olursak, herhalde mutlaka bize büyük bir mükâfat verilir, değil mi?” dediler. [27,57-60]

114 – Firavun: “Elbette! Üstelik siz benim gözdelerimden olacaksınız” dedi. [3,45; 4,172]

115-116 – Büyücüler: “Mûsâ! Önce sen mi hünerini ortaya koyacaksın yoksa biz mi koyalım?” deyince Mûsâ: “Siz ortaya koyun!” dedi.

Vakta ki atacaklarını ortaya koydular, halkın gözlerini büyülediler, onları dehşete düşürdüler, hasılı müthiş bir sihir sergilediler. [2,124; 4,79]

117 – Biz de Mûsâ’ya “Asanı yere bırak” diye vahyettik.

Bir de ne baksınlar: Asa onların yaptıkları sihir, gözboyacılık kabilinden her şeyi yutuyor! [20,69; 26,45] {KM, Çıkış 7,12}

118 – Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların bütün yaptıkları boşa çıktı.

119 – İşte o Firavun ve takımı yenilip küçük düştüler.

120 – Büyücüler hep birden secdeye kapandılar.

121-122 – “İman ettik” dediler, “O Rabbul-âlemine, Mûsâ ve Harun’un Rabbine!”

123-124 – Firavun: “Demek siz, dedi, benden izin almadan ona iman ettiniz hâ!

Şüphe yok ki bu, yerli olan kıbtî ahaliyi yurtlarından sürmek için, sizin şehirde beraberce planladığınız gizli bir oyundur.

Ama yakında bileceksiniz başınıza gelecekleri!

Evet, ellerinizi ve ayaklarınızı, değişik taraflardan olarak keseceğim, sonra da hepinizi toptan asacağım!” [20,71]

125-126 – Onlar: “Biz elbette Rabbimize döneceğiz.

Senin bize kızman da sırf Rabbimizin bize gelen âyetlerine iman etmemizden!

Biz de O’na yönelerek deriz ki: “Ey bizim büyük Rabbimiz! Sabır kuvvetiyle doldur kalbimizi, yağmur gibi sabır yağdır üzerimize

ve sana teslimiyette sebat eden kulların olarak can emanetimizi teslim al!” [20,72-75]

127 – Firavun’un halkının yetkilileri ona: “Ne yapıyorsun, Mûsâ ile kavmini, seni ve senin tanrılarını terketsinler, ülkede bozgunculuk yapsınlar diye kendi hallerine mi bırakacaksın?” dediler.

Firavun: “Hayır, onların erkek evlatlarını öldürüp, kız çocuklarını hayatta bırakacağız.

Biz elbette onların üzerinde tam bir hakimiyet sahibiyiz” diye cevap verdi.

Bir önceki Firavun da Hz. Mûsâ’nın dünyaya geleceği sırada İsrailoğullarının çoğalmamaları için böylesi bir uygulama yapmıştı. Hz. Mûsâ’ya tâbi olanlara uygulanan bu ikinci işkence döneminin Mineftah adlı Firavun’un yönetimine rastladığı söylenmektedir.

128 – Mûsâ kavmine şöyle dedi: “Allah’tan yardım dileyin ve sabredin.

Muhakkak ki dünya Allah’ın mülküdür; kullarından dilediğini oraya varis kılar.

Güzel âkıbet, elbette müttakilerindir.”

129 – İsrailoğulları: “Biz, hem sen bize gelmeden önce, hem de sen bize peygamber olarak geldikten sonra işkenceye mâruz kaldık!” diye yakındılar.

Mûsâ ise, şöyle dedi: “Hele biraz daha sabredin. Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı imha eder de, onların yerine sizi hakim kılıp nasıl hareket edeceğinize bakar.”

130 – Biz Firavun hanedanı düşünüp ibret alsınlar diye, senelerce onları kuraklık, kıtlık ve ürün azlığı ile cezalandırdık.

131 – Onlara iyilik, bolluk geldiğinde: “Hâ işte bu bizim hakkımız! Kendi becerimizle bunu elde ettik” derlerdi.

Eğer kendilerine bir kötülük gelirse onu, Mûsa ile beraberindeki müminlerin uğursuzluklarına verirlerdi.

Dikkat edin, iyiliği olduğu gibi kötülüğü de yaratmak, ancak Allah’ın kudretiyledir fakat onların çoğu bilmezler.

132 – Ve şöyle derlerdi: “Bizi büyülemek için sen hangi mûcizeyi getirirsen getir, imkânı yok, sana inanacak değiliz!”

133 – Biz de kudretimizin ayrı ayrı delilleri olarak onların üzerine tufan gönderdik,

çekirgeler gönderdik, haşerat gönderdik,

kurbağalar gönderdik, kan gönderdik.

Yine de inad edip büyüklük tasladılar ve suçlu bir topluluk oldular. [17,101; 27,12] {KM, Çıkış 7 ve 12. bölümler; Mezmurlar 105;28-36}

Firavun halkına gönderilen bu felaketlerin gerek nitelikleri, gerek süreleri hakkında, Kur’ân’da hiçbir bilgi ve işaret bulunmuyor. İsrailiyat kaynaklı ayrıntılı hikayeler bazı tefsirlerde yer almıştır.

134 – Azap üzerlerine çökünce dediler ki: “Mûsâ! Rabbin ile arandaki ahit uyarınca, bizim için O’na yalvar.

Eğer bu azabı üstümüzden kaldırırsan, mutlaka sana inanacak ve İsrailoğullarını da seninle göndereceğiz.”

135 – Biz, geçirecekleri bir süreye kadar onlardan azabı kaldırınca da yeminlerinden döndüler.

136 – Biz de âyetlerimizi yalan sayıp umursamadıkları için onlardan intikam alarak denizde boğduk. {KM, Çıkış 14,27-28; Tesniye 11,4; Mezmurlar 106,9-11}

137 – Horlanan, ezilen milleti de, bereketlerle donattığımız o ülkenin doğularına ve batılarına (yani tamamına) varis kıldık.

Böylece sabretmelerine mükâfat olarak İsrail oğullarına, senin Rabbinin yaptığı güzel vaad tamamen gerçekleşti.

Firavun ile kavminin yaptıkları binaları ve yetiştirdikleri bahçeleri ise imha ettik. [28,5-6; 44,25-28]

Bazı tefsirler İsrailoğullarının Mısır’ın efendileri kılındığını anlamışlardır. Fakat bu âyetten onların Filistin’e vâris kılındıklarını anlamak daha makuldür. Zira Mısır’a vâris olduklarına dair Kur’ân’da bir işaret olmadığı gibi Mısır tarihinde de buna ait bilgi yoktur.

İsrailoğulları Firavun’un suda boğulduğu yerin doğusunda bulunan Mısır’a bağlı toprakların büyük kısmına malik olmuşlardır.

138-140 – İsrailoğullarını denizden geçirdik.

Derken yolları, kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir topluluğa uğradı.

“Mûsâ! dediler, bunların tanrıları olduğu gibi bize de bir tanrı yapıver!” O ise:

“Siz” dedi, “gerçekten cahil bir milletsiniz!

Çünkü şu imrendiğiniz kimselerin dini yıkılmıştır ve yaptıkları bütün ameller de boşunadır.

Hem Allah size bunca lütufta bulunup öteki insanlara üstün kılmış olduğu halde, hiç ben sizin için O’ndan başka bir Tanrı arar mıyım?” [2,47]

Buradaki insanlar Sinada yaşayan Mısırlılardı. Hz. Mûsâ ve kavmi muhtemelen, şimdiki Süveyş ili ile İsmâiliye arasından bir yerden Kızıldenizi geçmişlerdi. Mısır’a bağlı Sina yarımadasındaki Mafka şehrinde günümüze kadar kalan Mısırlılara ait bir mâbed bulunmaktadır. İsrailoğullarının bunlar gibi inanç sahiplerine özendikleri anlaşılıyor. 2,93 âyetinden, Mısır’daki uzun kölelik döneminin İsrailoğulları üzerinde kalıcı tesirler bıraktığı, bu arada sığır cinsini tanrılaştırma alışkanlığı kazandıkları anlaşılıyor.

141 – Hem düşünün ki, sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık.

Onlar ki size pek acı bir işkence uyguluyor, oğullarınızı hep öldürüyor, kızlarınızı ise, kendilerine hizmetçilik etmeleri için hayatta bırakıyorlardı.

Bunda, Rabbiniz tarafından size büyük bir imtihan vardı. {KM, Çıkış 1,16}

142 – Otuz geceyi ibadetle geçirmesi ve Tevrat’ı almaya hazırlanması için, Mûsa ile sözleşip huzurumuza kabul ettik.

Sonra on gece daha ilave ettik. Böylece Rabbinin belirlediği müddet tam kırk gece oldu.

Mûsâ, kardeşi Harun’a: “Kavmim içinde benim vekilim ol, onları güzelce yönet ve sakın müfsitlerin yoluna uyma!” dedi. [2,51] {KM, Çıkış 19. bölüm ve 24,18; 34,28; Tesniye 9,9; 5,2-4}

İsrailoğulları hürriyetlerine kavuşunca muvahhid topluluğun uyacakları şeriatı bildirmek üzere Cenab-ı Allah Hz. Mûsâ’yı kırk günlüğüne Sinaya çağırdı. Sina dağının tepesinde bugün, Hz. Mûsâ’nın kırk gün kaldığı mağara bulunur. Kutsal bir ziyaret yeri olan bu mağara yakınında bir cami, bir kilise, bir de Justinyen zamanında yapılmış bir manastır vardır.

143 – Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi ona hitab edince:

“Ya Rabbi, dedi, göster bana Zatını, bakayım Sana!” Allah Teâla şöyle cevap verdi:

“Sen Beni göremezsin. Ama şimdi şu dağa bak, eğer yerinde durursa sen de Beni görürsün!”

Derken Rabbi dağa tecelli eder etmez onu un ufak ediverdi. Mûsâ da düşüp bayıldı.

Kendine gelince dedi ki: “Sübhansın ya Rabbî. Her noksanlıktan münezzeh olduğun gibi, dünyada Seni görmemizden de münezzehsin.

Bu talebimden ötürü tövbe ettim. Ben ümmetim içinde Seni görmeden iman edenlerin ilkiyim!” [4,153] {KM, Çıkış 33,18.20; Tekvin 32,31. Yuhanna 1,18; I Korintos. 13,12}

Hz. Mûsâ (a.s.), Allah’ın kelamını işitip onun şevk ve neşesiyle içinde, Rabbini görme iştiyakı uyandı. Allah Teâla dünya gözü ile Zatını göremeyeceğini bildirdi. Cennetliklerin Allah’ı görmek şerefine erecekleri âyet ve hadislerle sabittir (75,22-23). “Şüphe yok ki siz şu dolunayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de göreceksiniz.”

144 – Buyurdu ki: “Mûsâ! Ben seni risaletlerim, mesajlarımla ve hitabıma mazhar etmemle öbür insanlar arasından seçip mümtaz kıldım.

Şimdi şu sana verdiğim nübüvveti al ve bu nimetime şükreden kullarımdan ol!”

145 – Ona verdiğimiz levhalarda, insanlara öğüt olmak üzere her şeyi tafsilatlı olarak buyurduk.

Sen bunlara kuvvetle sarıl ve ümmetine de o hükümlerin daha sevaplı olanlarına sarılmalarını emret.

İtaat dışına çıkanların diyarlarını ise nasıl târumar ettiğimi yakında size göstereceğim.” [28,43] {KM, Çıkış 24,12; 31,18}

Tevrat, bu levhaların taştan olduğunu ve yazıların Allah Teâla tarafından yazıldığını bildirir. Kur’ân da bunu Allah’a izafe etmekle beraber yazının melek vasıtasıyla mı, Hz. Mûsâ tarafından mı, bizzat Allah tarafından mı yazıldığı tasrih edilmez.

“Tevrat’taki şeylerin en güzeli” kavramı, birkaç yoruma elverişlidir. Mesela: Farzlar mübahlardan daha güzeldir. Kısas caiz ise de affetmek daha güzeldir. Birkaç ihtimal varsa, o tefsirlerden biri diğerlerine göre daha güzel olabilir.

146 – Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım.

O kibirlenenler her türlü mûcizeyi bile görseler yine de onlara iman etmezler. Doğru yolu görseler o yolu tutmazlar.

Ama sapıklık yolunu görseler o yola girerler.

Öyle! Çünkü onlar âyetlerimizi yalan saymayı âdet haline getirmiş ve onlardan gafil olagelmişlerdir. [6,110; 61,5; 10,96-97]

Kibirliler kalplerini dışardan gelecek aydınlığa öylesine kapatmışlar, Allah da onların bütün varlıklarıyla istedikleri bu sonucu yaratıp kalplerini mühürlemiştir ki gerek tekvinî, gerek tenzilî yani gerek Allah’ın kâinat kitabına koyduğu, gerek indirdiği Kur’ân’a dercettiği ilahî âyetlerin ifade ettiği gerçekleri göremeyecekler, o şan ve şerefi, o mutluluğu tadamayacaklardır.

Kur’ân vahiyle indirildiği gibi, onun makbul yorumu da vahiy sırrına mazhardır. Kur’ân, tevazu ve teslimiyetten uzak olan kibirlilere, gizli hazinelerini açmaz.

147 – Halbuki âyetlerimizi ve âhirete kavuşacaklarını yalan sayanların bütün işleri ve eserleri boşa çıkmıştır. Böyle olmayıp ne olacaktı ya? Onlar yaptıklarından başkasıyla mı karşılık göreceklerdi?

Âhirete inanmadıklarından, orada da bekleyecekleri hiç bir karşılık olamaz. Mesele bu kadar vazıhtır! Çünkü, âhiretin varlığını hesabına alarak yaşayanlar oraya göre hazırlananlar, oradan faydalanmaya hak kazanırlar. Bir şeyi inkâr edenin, ondan hak taleb etmeye hakkı olamaz.

148 – Mûsâ Tevrat’ı almak için ayrıldıktan sonra ümmeti, zinet takımlarından, böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapıp tanrı edindiler.

Görmemişler miydi ki o heykel onlara hitap edemiyordu, kendilerine yol da gösteremiyordu. Fakat buna rağmen onu tanrı edindiler ve zalimlerden oldular. [20,85]

Mısırdan çıkışın üzerinden daha üç ay geçmeden, buzağıya tapma şirki İsrailoğulları arasında başlamış oluyordu. Bunca mûcizelere rağmen, bu dönek tabiatları sebebiyle kendi soylarından olan bazı peygamberler “İsrail milletini daha ilk gecesinde kocasına ihanet eden ve kocasından başka bütün erkeklere sevgi gösteren bir kadına benzetmişlerdir.” {KM, Hoşea 2,1-13; Hezekiel 16,15-22; Yeremya 2,20}

149 – Ne vakit ki yaptıklarının saçmalığını anlayıp son derece pişman oldular ve saptıklarını gördüler. “Yemin olsun ki, dediler, eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi affetmezse, muhakkak herşeyimizi kaybedenlerden oluruz.” [20,92-94]

150 – Mûsâ pek öfkeli ve üzgün olarak halkına dönünce:

“Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini çarçabuk terk mi ettiniz!” dedi ve… levhaları yere bırakıverdi.

Kardeşini başından tuttu, kendisine doğru çekiyordu.

Harun ise ona: “Anamın oğlu!” dedi: “İnan ki bu millet beni fena halde hırpaladı, nerdeyse beni linç edip öldüreceklerdi.

Ne olur, düşmanlarımı üstüme güldürme, beni bu zalim milletle bir tutma!” {KM, Çıkış 32,1-5}

151 – Mûsâ: “Ya Rabbî, beni ve kardeşimi affet. Rahmetine bizi de dahil et; çünkü merhamet edenlerin en merhametlisi Sensin Sen!”

152 – Buzağıya tanrı diye tapanlar var ya, işte onlara Rab’leri tarafından dünya hayatında bir gazap ve bir zillet gelecektir. İşte iftiracıları böyle cezalandırırız Biz! [2,54] {KM, Çıkış 32, 34-35}

153 – Günahları işledikten sonra, arkasından tövbe edip iman edenler için ise Rabbin elbette gafur ve rahîmdir (affı ve merhameti boldur).

154 – Mûsâ’nın öfkesi yatışınca, levhaları yerden aldı.

Onlardaki yazıda, Rab’lerinden çekinenler için hidâyet ve rahmet vardı.

Hz. Mûsâ mikatta iken Samirî’nin aldatmasıyla altından yaptığı buzağıyı putlaştırma fitnesi, Hz. Mûsâ’nın dönmesinden sonra yaptığı uyarmalarla telafi edildi. Mevcut Tevrat’ın altın buzağıyı yapma işini Hz. Harun’a isnad etmesi, (Krş. Çıkış, 31,1-6;  Bkz. 20,   90-94), kabul edilemeyecek bir iftira ve cehalettir.

Gelecek âyette bildirildiği üzere onlar pişman olunca, Allah Teâla içlerinden yetmiş temsilci seçerek dağdaki mikat yerinde tövbe etmelerini istedi. Gelecek âyet bu hususu anlatır. Bu yetmiş kişi Allah’ı açıkça görmek isteyince onları yıldırım çarpmıştı (2,54-56). Tevrat, bunların, kırılan levhaların yerine yenilerini almak için mikata çağırıldıklarını bildirir.

155 – Mûsâ ümmetinden yetmiş kişi seçti, onları alıp huzura getirdi.

Gelenlerin bu kabul şerefiyle yetinmeyip Allah’ı açıkça görmek istemeleri üzerine onları şiddetli bir deprem yakaladı.

Mûsâ: “Ya Rabbî! dedi, dileseydin beni de bunları da daha önce imha ederdin.

Şimdi bizi aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı helâk mi edeceksin?

Bu sırf Senin bir imtihanından ibarettir. Dilediğini bu imtihanla şaşırtır, dilediğine yol gösterirsin.

Sensin bizim Mevlamız! Affet bizi, merhamet eyle! Sen affedenlerin en hayırlısısın!” [2,55; 4,153] {KM, Çıkış 24,100; Sayılar 11,16}

156 – “Bize bu dünyada da, âhirette de iyilik nasib et. Biz Sana yöneldik, Senin yolunu tuttuk.”

Hak Teâla da şöyle buyurdu: “Ben dilediğim kimseyi cezalandırırım. Rahmetim ise her şeyi kaplar.

O rahmetimi de Allah’a karşı gelmekten korunan, zekât veren ve özellikle Bizim âyetlerimize iman edenlere nasib edeceğim.” [40,7; 6,54]

157 – Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncillerde vasıfları yazılı o ümmî Peygambere tâbi olurlar.

O Peygamber ki kendilerine meşrû şeyleri emreder, kötülükleri yasaklar,

kendilerine güzel ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise haram kılar,

üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar.

Ona iman eden, onu destekleyen, ona yardımcı olan ve onunla beraber indirilen nûra tâbi olanlar var ya, işte felaha erenler onlardır. [3,81; 61,6]

Hz. Mûsâ (a.s.) rahmeti kendisi ve halkı için istedi. Allah Teâla da bunun, ancak bütün insanlığa gönderilecek “Rahmet Peygamberi” olan âhir zaman elçisine uymaya bağlı olduğunu buyurmak sûretiyle bu müjdeyi, tüm insanlığa vaad buyurdu. İşte Mûsâ kıssasının sonuçta vardığı nokta, bu rahmet şeriatının ve ahir zaman Peygamberinin ileride geleceği meselesidir.

Burada Hz. Peygamber hakkında ümmî sıfatının kullanılması çok dikkate değer. Bu kelimenin “öğrenim görmemiş, okuma yazma bilmeyen” mânasından başka, bir de Yahudiler arasında “Kitap sahibi, yani Yahudi olmayan” (gentil) anlamı vardır. Burada her ikisi de kastedilmiştir. Yahudiler ümmîlere değer vermezlerdi (3,75). Allah onların yersiz kavmî gurur ve küstahlıklarını kırmak istemiştir. Hz. Peygamber (a.s.)’ın Tevrat ve İncîl’de müjdelenmesi hk. bkz. 6,20

158 – De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim.

O ki, göklerin ve yerin hakimiyeti O’na aittir.

O’ndan başka ilah yoktur. Hayatı veren de, ölümü yaratan da O’dur.

Öyleyse siz de Allah’a ve O’nun bütün kelimelerine iman eden o ümmî nebîye, o resule inanın.

Ona tâbi olun ki doğru yolu bulasınız. [6,19; 11,17; 3,20]

159 – Evet! Mûsâ’nın kavminden bir topluluk da vardır ki hak dinle insanları doğru yola götürür ve onunla halk içinde adaleti tatbik ederler. [3,113; 28,52-54; 2,121]

Bunların kimler olduğu hakkında farklı rivâyetler vardır. Fakat âyetten açıkça anlaşılan şudur ki bunlar, selefte, Hz. Mûsâ’dan sonra gelen İsrail neslinden olan peygamberler ve onlara uyan âdil hükümdarlar, hak hukuk gözeten rabbaniler, hahamlar ve bunlara tâbi olan bir kısım iyi insanlardı ki, Asr-ı saadette Hatemu’lenbiya Efendimizi (a.s.) tasdik edenler de bunların halefleri olmuştur. Demek ki Hz. Mûsâ’nın kavminin hepsi, yukarıda kötü halleri bildirilenler gibi haksız ve zalim değildirler, onlar farklı topluluklara ayrılmışlardır.

160 – Biz onları on iki kabileye, on iki topluluğa ayırdık.

Halkı kendisinden su istediğinde ona: “Asanı taşa vur!” diye vahyettik.

Derhal on iki pınar fışkırdı. Her kabile su alacağı yeri belledi.

Bulutu da üzerlerine gölgelik yaptık.

Kendilerine kudret helvasıyla bıldırcın da indirdik ve dedik ki:

“Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yeyiniz!”

Fakat onlar emrimizi dinlememekle Bize değil, asıl kendilerine zulmediyorlar, kendilerine yazık ediyorlardı.

Tevrat’a göre (Sayılar I, 1-54) Allah Hz. Mûsâ’ya, bütün İsrailoğullarını Sina çölünde toplayıp sayım yaptırmasını emretti. On iki aşirete ayrılıp teşkilatlandılar. Hz. Yâkub’un on ikinci oğlu ve Hz. Mûsâ ile Hz. Harun’un dedelerinin kabilesi Levi aşireti, bunların dışında tutulup bütün aşiretlerin dinî selametleri ile görevlendirildiler. (Bkz, 5,12)

Bu âyetten anladığımıza göre Sina çölünde kaldıkları sürece mûcizevî bir şekilde: 1.Su ihtiyaçları sağlandı. 2.Kavurucu güneşten korunmak için bulutlar gölgelik etti. 3.Gıda olarak bıldırcın kuşu ile kudret helvası ihsan edildi.

İki milyon civarında oldukları söylenen cemaatin böyle bir düzenleme olmaksızın o çölde durmaları mümkün değildi. Fakat gelecek âyetlerin de bildirdiği üzere, devamlı sûrette nankörlük etmişler ve bu nankörlüğün sonuçlarına da katlanmak zorunda kalmışlardır.

161 – O vakit onlara denildi ki: “Şu şehre (Kudüse) yerleşin, oranın ürünlerinden dilediğiniz şekilde yiyin, yararlanın, affını diliyoruz ya Rabbî!” deyin

ve şehrin kapısından tevazû ile eğilerek girin ki suçlarınızı bağışlayalım.

İyi ve güzel davrananlara, ayrıca daha fazla mükâfatlar vereceğiz.”

162 – Ama aralarındaki zalimler, sözü kasden değiştirdiler, başka bir şekle soktular.

Biz de zulmü âdet haline getirdikleri için üzerlerine gökten azap salıverdik.

163 – Bir de onlara o deniz kıyısında bulunan şehir halkının başına gelenleri sor.

Hani onlar sebt (cumartesi) gününün hükmüne saygısızlık edip Allah’ın koyduğu sınırı çiğniyorlardı.

Şöyle ki: Sebt gününün hükmünü gözettiklerinde balıklar yanlarına akın akın geliyordu;

Sebt yapmadıkları gün ise gelmiyordu. İşte fâsıklıkları, yoldan çıkmaları sebebiyle onları böyle imtihan ediyorduk.

Bu şehrin, Akabe limanına yakın Eyle şehri olduğu genellikle kabul edilir. Bu sahil şehri Hz. Süleyman’ın Kızıldeniz’deki donanmasının merkezi idi. Âyette bildirilen bu olay, Yahudilerin ne dinî, ne de tarihî kitaplarında yer almıyor. Medine Yahudileri tarafından bilindiği kesindir. Zira onlar birçok konuda Peygamberimize itirazları ile meşhur oldukları halde, bu hususta hiçbir itirazları olmamıştır.

164 – Hani onlardan bir cemaat: “Allah’ın yerle bir edeceği veya şiddetli bir felaket göndereceği şu gürûha ne diye boşuna öğüt verip duruyorsunuz?” demişti.

O salih kişiler de: “Rabbinize mazeret arzedebilmek için! Bir de ne bilirsiniz, olur ki Allah’a karşı gelmekten nihayet sakınırlar ümidiyle öğüt veriyoruz” diye cevap verdiler.

165-166 – Kendilerine verilen öğütleri ve uyarıları kulak ardı edip onları bir tarafa bırakınca,

içlerinden kötülükleri önlemeye çalışanları kurtarıp o zalimleri fâsıklıkları yüzünden şiddetli bir azaba uğrattık.

Şöyle ki: Onlar serkeşlik edip yasakları çiğnemekte ısrar edince onlara: “Hor ve hakir maymunlar haline gelin” diye emrettik.

Şiddetli azabın, maymuna çevirme olduğu, yani bunun daha önceki cümleyi tekid ettiği söylenmiştir. Meal buna göredir.

167 – O vakit Rabbin, kıyamet gününe kadar onları kötü azaba uğratacak kimseler ortaya çıkaracağını bildirdi.

Muhakkak ki Rabbin, dilediğinde cezayı çabucak veren, ama aslında gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur).

168 – Onları parça parça topluluklar halinde dünyanın her yerine dağıttık. Aralarında iyi kimseler de vardı, iyi olmayanlar da.

Kötülüklerden dönüş yaparlar diye onları gâh nimetler, gâh musîbetlerle imtihan ettik.

169 – Onlardan sonra hayırsız bir nesil geldi ki bunlar kitaba (Tevrat’a) vâris oldular,

ama âyetleri tahrif etme karşılığında şu değersiz dünya metâını alıp “Nasılsa affa nail oluruz!” düşüncesiyle hareket ettiler.

Af umarken bile, öbür yandan yine gayr-ı meşrû bir metâ, bir rüşvet zuhûr etse, onu da alırlar.

Peki onlardan, Allah hakkında hak ve gerçek olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kitapta mevcut hükümler uyarınca söz alınmamış mıydı?

Ve kitabın içindekileri ders edinip okumamışlar mıydı?

Halbuki ebedî âhiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için elbette daha hayırlıdır.

Hâla aklınızı başınıza almayacak mısınız?

170 – Kitaba sarılanlar ve namazı gerektiği şekilde yerine getirenler bilsinler ki,

Biz iyilik için çalışanların mükâfatlarını asla zâyi etmeyiz.

171 – Hem bir vakit biz o dağı bir gölgelik gibi İsrailoğullarının başlarının üstüne kaldırmıştık da onlar, dağın üzerlerine düşeceğini sanmışlardı.

O zaman demiştik ki: Size verdiğimiz bu kitab’a ciddiyetle sarılın ve içindeki gerçekleri düşünüp hiç hatırınızdan çıkarmayın ki Allah’ı sayıp kötülüklerden sakınasınız.

172-173 – Rabbinin Âdem evlatlarından, misak aldığını da düşünün:

Rabbin onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onların kendileri hakkında şahitliklerini isteyerek “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurunca onlar da “Elbette!” diye ikrar etmişlerdi.

Kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu!”

yahut: “Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah’a şirk koştular, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o bâtılı başlatanların yaptıkları sebebiyle bizi imha mı edeceksin?” gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu ikrarı aldı. [4,176; 30,30; 33,72; 57,8]

Bu âyette Cenab-ı Allah, Kendisini Rab kabul ettiklerine dair insanlardan ikrar aldığını bildirmektedir. Bu ahdin zaman ve mekânı hakkında farklı anlayışlar mevcuttur. Âyet-i kerime bu esas prensibi kesin olarak ortaya koymakla beraber, işin cereyan tarzını kesin olarak bildirmediğinden anlayış farkları ortaya çıkmıştır. Şöyle ki:

a- Babasının sulbünden ayrıldığı sırada olmuştur.

b- Baba sulbünden çıkıp ana rahmine düşerek yumurtayı döllemesiyle ceninin oluşmasını müteakip ruh üflenme vaktinde (takriben dört aylık iken) olmuştur.

c- Büluğa erme çağında Allah’ın nimetlerine ve rububiyetine bizzat şahit olmaları tarzında olmuştur. Bu yorumu yapanlar âyette temsili (sembolik) bir anlatım olduğunu düşünürler ve derler ki: Allah varlığının, birliğinin delillerini kâinata yerleştirmiştir. Kendi varlıklarına yerleştirdiği akılları da buna tanıklık etmiştir. Bunları yapmakla, insanın Rabbini ikrar etmesi için bütün şartları hazırlamasıyla âdeta onun şahitliğini almış saymıştır.

d- İnsanlığın babası Hz. Âdemin sulbünden kıyamete kadar gelecek bütün zürriyetini çıkarıp onlara: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi. Onlar da: “Elbette” dediler. Ve o gün takdir kalemi, kıyamete kadar olacak şeyleri yazdı, bitirdi. Bu son izah aslında çeşitli tariklerden hadis olarak rivâyet edilmiştir. Tefsircilerin ekserisi bunu kabul ettikleri gibi, müslümanlar arasında en yaygın inanç da budur. Bütün insanların aslını teşkil eden genlerin, bütün insanların Babasının sulbüne sığabileceğini genetik biliminden öğrenmekteyiz. Allah rûhlar aleminde bu ilk ahdi almış olup, bizlerin “kalû belâ”dan beri müslüman olmamıza mani yoktur. Allah’ın kudreti böyle yapmayı dilemişse öyledir. Vallahu a’lem.

174 – İşte Biz böylece, âyetleri iyice açıklıyoruz, olur ki düşünürler de inkârlarından dönüş yaparlar.

175-176 – Onlara, kendisine âyetlerimiz hakkında ilim nasib ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat: Evet, o adam bu ilme rağmen o âyetlerin çerçevesinden sıyrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı.

Eğer dileseydik, onu o âyetler sayesinde yüksek bir mevkiye çıkarırdık, lâkin o yere saplandı ve hevasının esiri oldu.

Onun hali tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da yine dilini salar solur! İşte bu, tıpkı âyetlerimizi yalan sayan kimselerin misalidir. Sen olayı onlara anlat, olur ki düşünüp kendilerine çekidüzen verirler.

177 – Âyetlerimizi yalan sayarak sırf kendi kendilerine zulmeden o kimselerin hali, ne çirkin bir ibret levhasıdır!

178 – Allah kime hidâyet ederse işte doğru yolu bulan odur; kimi de şaşırtırsa işte onlar da kaybedenlerin ta kendileridir.

179 – Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalpleri vardır ama bu kalblerle idrâk  etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler.

Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır. [46,26; 2,18; 8,23; 22,46; 2,171] {KM, İşaya 6,9-10; Matta 13,13-14}

180 – En güzel isimler Allah’ındır, o halde bu isimlerle O’na dua edin. O’nun isimleri konusunda haktan sapanları terkedin. Onlar işlediklerinin cezasını çekeceklerdir. [17,110; 20,8]

Allah Teâla sayılamayacak kadar fazla güzel fiilleri ve eserleri ile Kendisini tanıtmaktadır. Bu fiillerin kaynağı O’nun güzel isimleri, isimlerin kaynağı da zatî ve sübûtî sıfatlarıdır. Allah Kendisini nasıl tanıtıyorsa insanın da öyle tanıması gerekir. Yoksa insan kendi sınırlı akıl ve duyuları ile Allah’ı tavsif etmeye kalkarsa ciddî eksiklikler ve yanlışlar yapabilir. Kur’ân, Allah’ı ulûhiyetin nihayetsiz hususiyetlerini ortaya koyacak en güzel isimlerle tanıtır. Bu ilahî isimler vasıtasıyla insan, yaşayışının her türlü durumunda Allah ile bir bağ kurma imkânına kavuşur. Esma-yı hüsnanın en önemli işlevi Allah ile insan, insan ile Allah arasında münasebetleri en ideal bir seviyede gerçekleştirmektir. Kur’ân, insanlığa indirdiği esma-yı hüsna bağları ile, şirkin ayrı ayrı tanrılara dağıttığı birçok kavramı, Allah ile münasebete koyar. Böylece bu isimler, insanlık için mümkün olan en yüksek seviyede bir marifetullahı gerçekleştirirler. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın 99 ismi vardır. Kim bunları bellerse, bunlarla Allah’ı zikrederse cennete girer.” Alimlerin çoğuna göre, esma-yı hüsna tevkifîdir, yani dinde hangileri bildirilmiş ise yalnız onlar kullanılır. Mesela: “Allah alîmdir”, denir, ama aynı mânaya geliyor diye “Allah âriftir, fatîndir, bilgedir” denilmez. Allah’a yaraşmayan isimler vermek, veya vasfettiği bazı isimleri O’na vermemek, O’nun isimlerini putlar hakkında kullanmak, yahut o isimleri te’villerle gerçeğinden saptırmak tarzlarında olur. Mezkûr yanlışlardan her biri, Allah’ın isimleri konusunda “haktan sapma” ya girer.

181 – Yarattıklarımız içinde, daima Hakka giden yolu gösteren ve onunla adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardır.

Hz. Peygamber (a.s.m) “İsa nüzul edinceye kadar ümmetim içinde, hak üzere kaim olan bir topluluk eksik olmayacaktır.” Bir rivayette: “Kıyamet kopuncaya kadar, hak üzere kaim olan bir topluluk eksik olmayacaktır” buyurmuştur.

182 – Âyetlerimizi yalan sayanları, farkına varamayacakları şekilde yavaş yavaş helâke yaklaştırırız. [6,44-45]

183 – Ben onlara mühlet veririm; fakat vakti gelince Benim cezalandırmam pek kesin ve şiddetlidir.

184 – Bunlar hiç düşünmediler mi ki kendilerine tebliğde bulunan arkadaşları Muhammedde delilikten hiçbir eser yoktur. O sadece ilerideki tehlikelerden kurtarmak için görevli bir uyarıcıdır. [34,46; 81,22] {KM; Yuhanna 7,20; 8,48}

185 – Hiç düşünmezler mi göklerin ve yerin hükümranlığını, o muazzam saltanatı?

Düşünmezler mi Allah’ın yarattığı herhangi bir mahlûktaki ilahî düzenlemeyi?

Onu da düşünmezlerse bari ecellerinin yaklaşmış olabileceği ihtimalini?

O halde buna iman etmedikten sonra, daha hangi söze inanırlar?

186 – Allah kimi şaşırtırsa onu doğru yola getirecek yoktur. Allah onları azgınlıkları içinde bırakır, körükörüne yuvarlanır giderler. [5,41; 10,101]

187 – Sana kıyametin ne zaman geleceğini sorarlar.

De ki: “Onun ne zaman geleceğine dair bilgi yalnız Rabbimin nezdindedir. Vaktini O’ndan başkası açıklayamaz.

O kıyamet öyle bir meseledir ki, ne göklerde ve ne de yerde ona tahammül edecek hiç kimse yoktur!”

O size ansızın gelecektir. Sen sanki onu biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar.

De ki: “Ona dair gerçek bilgi yalnız Allah’ın nezdindedir; ama insanların çoğu bunu bilmezler.” [21,38; 42,18; 79; 42] {KM, Matta 24,3; Markos 13,32}

188 – De ki: “Ben kendim için bile Allah dilemedikçe hiçbir şeye kadir değilim:

Ne fayda sağlayabilirim, ne de gelecek bir zararı uzaklaştırabilirim.

Şayet gaybı bilseydim elbette çok mal mülk elde ederdim, bana hiç fenalık da dokunmazdı.

Ama ben iman edecek kimseler için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim.” [72,26]

Bu iki âyet, hak din olan İslâm’ın başlıca delillerini pek güzel özetlemiştir.

1. Hz. Muhammed (a.s.) gibi son derece akıllı, son derece dürüst, güvenilir, güzel ahlâkın her bölümünde mükemmel bir şahsiyetin onu tebliğ edip yaşamasında tatbik etmesi.

2. Göklerin, yerin ve her bir yaratığın iyice incelenmesi, o mükemmel nizamın, her şeye kadir mükemmel bir yaratıcısının mutlaka bulunduğu.

3. Âciz ve fanî olan insanın, diğer bütün insanlar gibi dünyadan ayrılacağı gerçeği. Bütün hayatları emanet veren, onları istisnasız geri alıyor. Şimdiye kadar gerçeği anlamadıysa, bari imtihan vakti dolmak üzere iken fırsatı değerlendirip, Hakka dönmeli. Hasılı, bu üç küllî delilden de anlamayan insanın, gerçeği bulmasına yol kalmamıştır.

189 – O’dur ki sizi bir tek candan yarattı ve bundan da, gönlü kendisine ısınsın diye eşini inşa etti.

Erkek eşini sarıp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi, hamile kaldı. Onu bir müddet taşıdı.

Hamileliği ağırlaşınca her ikisi de Rableri olan Allah’a yönelip “Eğer bize sağlıklı, kusursuz bir evlat verirsen mutlaka Sana şükreden kullarından oluruz” diye yalvardılar. [4,1; 49,13; 30,21] {KM, Tekvin 2,21-22}

190 – Fakat Allah kendilerine kusursuz bir çocuk verince, annesi de babası da ölçüyü kaçırıp verdiği çocuk sebebiyle şirke bulaştılar.

Tuttular, Allah’a birtakım şerikler yakıştırdılar. Halbuki Allah onların yakıştırdıkları her türlü ortaktan münezzehtir.

191-193 – O’na hiç bir şey yaratmaya güç yetiremeyen, zaten kendileri de yaratılıp duran mahlûkları mı eş ortak sayıyorlar?

Halbuki o şerikler, kendilerini putlaştıranların imdadına yetişemezler.

Hatta onlar kendi nefislerine bile yardım sağlayamazlar.

Şayet siz onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar.

O müşrikleri siz ha hakka çağır mışsınız, ha susmuşsunuz, size karşı onların durumu aynıdır. [22,73-74; 37,95; 37,93; 21,58]

194-195 – Allah’tan başka dua ve ibadet ettiğiniz bütün putlar, sizin gibi kullardır.

Onların tanrılığı hakkındaki iddianız yerinde ise, haydi bakalım onları çağırın da size cevap versinler bakalım!

Nasıl icabet edecekler ki, onların yürüyecek ayakları mı var? Yoksa tutacak elleri mi var?

Veya görecek gözleri mi var? Yahut işitecek kulakları mı var, neleri var?

De ki: “Haydi bütün şeriklerinizi çağırın, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun, haydi elinizden geliyorsa bir an bile göz açtırmayın!” {KM, Mezmurlar 115,2-8; İşaya 44,9-20}

196 – Zira benim mevlam, o kitabı indiren Allah’tır ve O bütün iyi kulların koruyucusu olup onları korur. [11,54-56; 26,75-78; 43,26-28]

197 – Allah’tan başka yardımınıza çağırdığınız tanrılarınız ise sizin imdadınıza yetişemezler, hatta kendilerine bile fayda ve yardımları dokunmaz.

198 – Siz o müşrikleri (veya putları) doğru yola dâvet ederseniz işitmezler.

Onların sana baktığını görürsün ama, aslında onlar görmezler. [35,14]

199 – Sen af ve müsamaha yolunu tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme.

200 – Her ne zaman şeytandan sana bir vesvese gelecek olursa, hemen  Allah’a sığın. Çünkü o duaları işitip icabet eder ve her şeyi bilir.

Allah’ın emirlerine ve rızasına aykırı tarafa çeken, içten içe dürten herhangi bir vesvese gelirse, müminin Allah’a sığınması, istiaze kalesine girmesi emrolunuyor. İnanç esasları, ibadetler, haramlar, insanlara karşı davranışlar, hülasa insanın hayatında karşılaşacağı her türlü durumda vesveseye mâruz kalınca Allah’a yönelmek, O’nun korumasına girmek gerekir. Âyetin muhatabı zahiren Hz. Peygamber görünmekle beraber, aslında bu hitabı işiten bütün insanlardır.

201 – Allah’a karşı gelmekten sakınanlara şeytandan bir hayal sinyali ilişince, hemen düşünüp kendilerini toparlar, basiretlerine tam sahib olurlar. [3,7]

Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, müttakiler, kendilerini tam emniyette hissetmezler. Şeytan onları da etkilemeye çalışır. Fakat onlar bunu bildiklerinden, şeytanın bir tayf, bir hayal eseri gibi bir etkisine mâruz kalıp gözleri bulanabilir. Ama çok geçmeden gerçeği sezer, Allah’a sığınmak gerektiğini hatırlar, basiretleri açılır, vartadan kurtulurlar.

202 – Şeytanların dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürükler, sonra da yakalarını bırakmazlar.

203 – Onlara keyfî olarak istedikleri bir âyet veya mûcize getirmediğin zaman

“Hiç değilse birşeyler bulup  buluştursaydın yâ!” derler.

De ki: “Ben, sadece Rabbimden ne vahyolunursa ona tâbi olurum. Bütün bu Kur’ân Rabbinizden gelen basiretlerdir, gönül gözlerini açan gerçekleri gösteren nurlardır. İman edecek kimseler için bir hidâyet ve rahmettir.” [2,129; 6,104]

204 – Öyle ise, Kur’ân okunduğunda hemen ona kulak verin, susup dinleyin ki merhamete nail olasınız.

Gerek namazda, gerek namaz dışında Kur’ân okunurken mânasını bilmeyenlerin sükût edip sükûnet ve huşû ile dinlemeleri, bilenlerin ise mânalarını da düşünmeye çalışarak dinlemeleri gerekir.

205 – Sabah ve akşam Rabbini, içinden yalvararak, ürpererek ve yüksek olmayan, kendinin işitebileceği bir sesle zikret, gafillerden olma! [17,110; 76,25]

206 – Rabbine yakın melekler O’na kulluk ve ibadet etmekten asla kibirlenmez, hep O’nu tenzih ederler ve yalnız O’na secde ederler.

Kur’ân-ı Kerîm’de 14 âyetin okunması veya işitilmesi sırasında “tilavet secdesi” yapılır. Bu secdeyi yapmak vaciptir.

Mushaf-ı Şerifteki sıraya göre bu âyetler şunlardır:

A’râf, 206; Ra’d 15; Nahl 49; İsra 107; Meryem 58; Hac 18; Furkan 60; Neml 25; Secde 15; Sad 24; Fussilet 38; Necm 62; İnşikak 21; Alak 19.




Şərh yaz