Mekke’de nâzil olmuş olup 75 âyettir. Sûre adını 71. ve 73. âyetlerinde geçen ve “bölükler” anlamına gelen kelimeden almıştır.
Bu sûre Mekke müşriklerinin, müminlere şiddetli bir baskı ve düşmanlık uyguladıkları bir dönemde indirilmiştir. Tevhid inancının gerekliliği, şirkin batıllığı, saçmalığı ve kötü sonuçları bu sûrede vurgulanan esaslardır. İyice zorlanan müminlere hicret kapısını da açar (âyet: 10). İman dâvasından geri adım bekleyen müşriklere Hz. Peygamber (a.s.)’ın kararlılık bildiren ifadeler kullanması emredilerek, kâfirlerin bu konuda ümitleri kesilir (âyet: 39). Kıyamet, dirilişten sonra mahşerde hesap verme, cennet ve cehenneme yapılan sevkiyat bildirilerek insanlar uyarılır.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Bu kitabın vahyolunup parça parça indirilmesi, azîz ve hakîm (mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi) Allah tarafındandır. [26,192-195; 41,42]
2 – Biz sana kitabı gerçeğin ta kendisi olarak indirdik. O halde sen de ibadetini Allah’a has kılarak yalnız O’na kulluk et! [7,29; 10,22; 29,65; 31,32]
3 – İyi bilin ki halis din, yani bütün gönlüyle candan itaat, yalnız Allah’a yapılır. Allah’tan başka birtakım hâmiler edinerek: “Biz onlara sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” diyenlere gelince, elbette Allah, onların hakkında ihtilaf ettikleri hususlarda aralarında hükmünü verecektir. Allah yalancılığı, nankörlük ve kâfirliği huy edinenleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz. [16,36; 21,25; 18,110; 34,40-41]
Buradaki son cümle ile Allah Teâlâ, ezelî ilminde ömrünün sonuna kadar kâfirliği tercih edeceklerini bildiği kimseleri kasdetmektedir.
4 – Eğer Allah evlat edinmek isteseydi yarattıklarından dilediğini seçerdi. Ama o bunu dilememiş, evlat edinmemiştir. O bundan münezzehtir, yücedir. Tek hâkimdir. [21,17; 43,81; 19,90]
Evladı olmak, eşi olmayı da gerektirir. O, eşten münezzehtir. Evlat ihtiyacı noksanlığın, âcizliğin de alâmetidir. Fani varlıklar, öldükten sonra isimlerini ve nesillerini devam ettirmek ihtiyacı ile evlat isterler. Allah bütün bunlardan münezzehtir. Faraza evlat edinmek isteseydi bile, yeryüzündeki insanlar ve diğer mahlûklara gelinceye kadar, semadakilerden, melaikelerden edinirdi. Ama böyle bir şey varit değildir.
5 – O, gökleri ve yeri hikmetle ve ciddî bir maksatla yarattı. Devamlı sûrette geceyi gündüze dolar, gündüzü geceye dolar. Güneş ve Ay’ı da sizin hizmetinize veren O’dur. Onlardan her biri belirli bir süreye kadar akarcasına hareket eder. İyi bilin ki O, azîz ve gafurdur (üstün kudret sahibi olup, aynı zamanda çok affedicidir). [7,54; 3,190]
Bu âyette geçen tekvir: “Baş gibi yuvarlak bir cismin etrafında bir şeyi, mesela sarığı dolayıp sarmak” demektir. S. Kutub der ki: “Bu tekvir tabiri, arzda görünen müşahhas bir durumu tasvir etmektedir. Yerküre, Güneşin karşısında kendi mihveri etrafında dönmektedir. Arzın yuvarlak olan sathından, Güneşe karşı olan kısmını aydınlık kaplar ve gündüz olur. Fakat bu aydınlık kısım devam etmez; çünkü arz dönmektedir. Yer hareket ettikçe gece başlar ve üzerinde gündüz bulunmayan kısım karanlığa bürünür. Arzın sathı yuvarlak olduğu için, üstünde gündüz olan yerler de yuvarlaktır.
Tabiatıyla onu takib eden gece olan yerler de yuvarlak olacaktır. Bir süre sonra öbür taraftan gündüz başlar ve gecenin üzerine dolanır. Ve bu hareket böylece devam eder: “Geceyi gündüze, gündüzü geceye dolar.” Kullanılan kelime, âdeta durumu resmetmektedir (…) Yer’in küre şeklinde oluşu ve dönmesi, tekvir tabirini son derece dakik bir tarzda tefsir etmektedir.”
6 – O, sizi bir tek candan yarattı. Ayrıca ondan da eşini meydana getirdi.
Size etlerini yemeniz için deve, sığır, koyun ve keçiden erkekli ve dişili olmak üzere sekiz çift hayvanın helâl olduğunu vahiyle bildirdi.
O sizi annelerinizin karnında üç karanlık içinde çeşitli yaratılış safhalarından geçirmektedir. İşte gerçek İlah olan Allah, bunları yapan Rabbinizdir. Bütün mülk ve hakimiyet O’nundur. O’ndan başka tanrı yoktur. Hâlâ nasıl oluyor da hak yoldan vazgeçiriliyorsunuz? [41,6,143-144]
Bu âyette sümme (sonra) edatı zamanda olmayıp, beyanda, bir sıralama ifade eder. Dolayısıyla Hz. Havva’nın diğer insanlardan sonra yaratıldığı gibi bir düşünceye yer yoktur.
“Üç karanlık perde” ana karnı, ana rahmi ve cenini saran zar (plâsentâ) olabilir. Maksat şudur: Bütün bu işleri çekip çevirenin Allah olduğunu bilince, nasıl olur da başkalarını tanrılaştırabilirsiniz?”
Âyetin sonunda batıla çağıranlara değil, onların çağrısına uyanlara hitap edilerek onlar uyarılıyor. Onlar kesin tercihlerini yapmış, sapıklıkları ile çıkarları artık birleşmiştir. Gerçeği görseler bile, sırf çıkarları yüzünden dalâleti bırakmazlar. Ancak öbür insanların, bu menfaat şebekesinin etkilerinden kurtulmaları mümkündür. Çünkü onlar kandırılmışlardır. Zaten şirkten elde edecekleri menfaat da yoktur.
7 – Eğer inkâr edecek olursanız bilin ki Allah sizden müstağnidir, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ama kullarının inkâra sapmalarına razı olmaz. Eğer şükrederseniz, bundan hoşnut olur. Hiçbir kimse başkasının günah yükünü taşımaz. Sonunda hepinizin dönüşü Rabbinize olacak ve O da yaptıklarınızı size tek tek bildirecek ve dilerse bunların karşılığını verecektir. Gerçekten O, kalplerin en derin yerinde olan şeyleri dahi bilir.
Allah Teâlâ’nın rızası ile iradesi ayrı ayrı şeylerdir. Allah’ın iradesi dışında hiçbir şey vuku bulamaz. Fakat O’nun razı olmadığı bazı şeyler cereyan edebilir. Allah böylelerine mühlet verir. Mesela haram yoldan rızkını arayana Allah fırsat verir. Fakat Allah, buna razı olmadığını açıkça bildirmiştir.
8 – İnsanın başı derde girince, gönülden O’na yönelerek Rabbine yalvarır. Ama sonra Allah kendi tarafından ona nimet ve imkan verince, daha önce bütün acziyle gönülden O’na yalvardığını unutur ve Allah yolundan kendisini saptırması için O’na birtakım şerikler uydurur. De ki: “İnkârınla biraz oyalan, biraz zevk al bakalım! Nasılsa sen kesin olarak cehennemliklerdensin!” [17,67,10,12; 14,30; 31,24]
9 – Şimdi iyi düşünün: Böyle olanın durumu mu iyi, yoksa gece saatlerinde, âhiretten endişe edip Rabbinin rahmetini umarak gâh secdede, gâh kıyamda ibadet edenin durumu mu iyi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akl-ı selim sahipleri, sağ duyulu olanlar düşünüp ibret alır. [3,113]
10 – Benden naklen onlara de ki: “Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyi işler yapanlar, mutlaka iyilik bulurlar. Allah’ın dünyası geniştir. Hak yolunda sabredenlere ücretleri sınırsız bir tarzda ödenir.”
11 – “Bana, din ve ibadetimi yalnız Allah’a has kılarak gönülden O’na kulluk etmem emredildi.
12 – Ve yine bana Allah’a teslim olan Müslümanların ilki olmam emredildi.”
13 – De ki: “Rabbime isyan ettiğim takdirde müthiş bir günün azabından endişe ederim.”
14 – De ki: “Ben ibadetimi O’na has kılarak yalnız Allah’a kulluk ederim.”
15 – Siz O’ndan başka dilediğinize kulluk edin! Asıl ziyan edenler, asıl hüsrana uğrayanlar, büyük duruşma günü olan kıyamette hem kendilerini hem de ailelerini hüsrana uğratanlardır. Unutmayın ki besbelli hüsran budur!
16 – Onların hem üstlerinde, hem altlarında ateşten kat kat örtüler vardır. İşte Allah böyle bir azabın varlığını bildirerek, kullarını korkutur.
Ey kullarım! Bana karşı çıkmanızdan ötürü azabıma uğramaktan sakının! [7,41; 29,55]
17-18 – Tağuta ibadet etmekten kaçınıp gönülden Allah’a yönelenlere müjdeler var!
O halde sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik eden kullarımı müjdele! İşte onlardır Allah’ın hidâyetine mazhar olanlar ve işte onlardır akl-ı selim sahibi olanlar! [2,256;7,145]
Tağut: Azgınlık mânasına gelen bir masdardır. Belagatta sıfat yerine masdar kullanmak, o sıfatla nitelendirmenin pek ileri bir derecede olduğuna delalet eder. Biri hakkında “güzel” demekle, bir başkası hakkında “güzelliğin ta kendisi” demek arasındaki fark pek bârizdir. Allah’tan başkasına ibadet edene tağî (âsi, azgın)denir. Ama azgınlığın ta kendisi kesilmiş, kendisini tanrılaştırıp başkalarını kendisine kul yapmak isteyen ise “tağut” olur.
“En güzeli tatbik” ten maksat şudur: Dinîmeselelerden: vacib ile mendub arasında kaldıklarında vacibi, mübah ile mendub arasında kaldıklarında mendubu seçerler. Hasılı, Allah nezdinde ağırlığı en fazla olanı tercih ederler.
Yahut çeşitli sözleri dinleyip en güzel olan Kur’ân’a uyarlar.
Yahut kavl’den maksat Allah’ın emri olup “Allah’ın emrine kulak verip, en güzeline uyarlar” yani mesela, kısas ile af karşısında, af tarafını tercih ederler.
Yahut hem iyi hem kötü tarafı olan sözün, iyi tarafını söyleyip, kötü tarafını terk ederler, şeklinde yorumlanmıştır.
19 – Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimseyi, ateşte olan kimseyi sen mi kurtaracaksın?
20 – Lâkin Rab’lerini sayıp kötülüklerden sakınanlar için, içinden ırmaklar akan, üst üste odalar ihtiva eden yüksek köşkler vardır. Bu Allah’ın bir vâdidir. Allah ise vâdinden asla caymaz.
21 – Görmüyor musun ki Allah gökten bir su indirir de onu yerdeki birtakım kaynaklara sevk edip depolar.
Sonra da onunla rengârenk çeşit çeşit ekinler çıkarır. Daha sonra onlar kurur, sen onu sararmış vaziyette görürsün. Sonra da onu kuru bir kırıntı yapar. Elbette bunda akl-ı selim sahibi olanların alacağı ibretler vardır. [23,18; 25,48; 18,45]
Bu âyet yer altında kaynakların oluşumuna, yağmur sularının depolanışına, oradan çeşmelerden çıkışına işaret etmektedir.
22 – Hiç Allah’ın, göğsünü İslâm’a açması sebebiyle, Rabbi tarafından nûra kavuşan kimse, kötü tercihinden ötürü fıtratını değiştiren, kalbi katılaşan, göğsü daralan kimse gibi olur mu? Yazıklar olsun, kalpleri Allah’ı anmak hususunda katılaşmış olanlara! İşte onlar besbelli bir sapıklık içindedirler. [6,122-125]
Bu nûr ilahî bir lütuftur ki tekvinî (kâinat kitabındaki) ve tenzilî (Kur’ân kitabındaki) âyetlerin müşahede edilmesi ile insana feyizler verir; onu hakka sevk eder, Cenab-ı Hak da kendisine tevfik ihsan eder.
23 – Allah sözlerin en güzelini indirmiştir. Allah’ın vahiy yolu ile gönderdiği bu söz, her tarafı birbirini tutan, gerçekleri, farklı üsluplarla tekrar tekrar beyan eden bir kitaptır. Onu okuyup dinlerken, Rab’lerini tazim edenlerin tüyleri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah’ı anmakla sükûnet bulur. İşte bu, Allah’ın hidâyetidir ki onunla dilediğine yol gösterir. Ama Allah’ın şaşırttığı kimseyi ise hiç kimse doğru yola koyamaz. [8,2-4; 25,73]
Âyette geçen “kitaben müteşabihen” şunu ifade eder: Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri gerçeklikte, muhkemlikte, hakka ve sıdka istinad etmede, insanlara gerek dünya gerek âhiret mutluluğunu temin etmede, fesahat bakımından lafızlarının birbirine uyum sağlamasında, mûciz üslubunda birbirine benzer. Yani bu hususlarda âyetler müşterektir. Kur’ân 23 senelik risalet boyunca çok farklı zamanlarda, farklı mekânlarda, farklı şartlarda nâzil olduğundan âyetleri arasında irtibatsızlık, uyumsuzluk olması için her türlü sebep mevcut sayılırdı. Beşer eseri olsaydı bunlar kaçınılmaz olurdu. Fakat âyetler hep birbirini tasdik ve te’yid eder. Nüzul sebepleri, vakitleri, sorular çok fazla olduğu halde Kur’ân adeta tek soruya verilen ve bir defada indirilen tutarlı bir cevap durumundadır. Ayrıca mesanî özelliği vardır: Bu geniş kavramın: ikili, çifte, simetrik, tekrarlanan, pekiştirilmiş gibi anlamları vardır. Kur’ân’ın, önemli konuları farklı üsluplarla tekrar tekrar anlatması da bu cümledendir.
24 – Büyük duruşmanın olacağı kıyamet gününde elleri kelepçeli olduğundan, kendisini en şerefli uzvu olan yüzü ile azaptan korumak için çabalayan kimsenin hali ile güven içinde olan müminin durumu hiç bir olur mu? Zalimlere: “Kazandığınız şeylerin meyvesini tadın bakalım!” denilir. [67,22; 54;48; 41,40]
Son derece âcizliğe işaret eder. Az çok gücü yeten insanlar, eli, kolu gibi diğer organlarını siper ederek yüzlerini korumaya çalışırlar. Ancak çaresiz olan insanlar yüzlerine darbe alırlar.
25 – Kendilerinden önce geçmiş bazı halklar da peygamberleri yalancı saydılar da hak ettikleri azap onlara hiç farkına varmadıkları, hiç ummadıkları bir yerden geliverdi.
26 – Allah onlara dünya zilletini tattırdı. âhiret azabı elbette daha müthiştir. Bunu bir bilselerdi!
27 – Gerçekten Biz, insanlar düşünüp akıllarını başlarına alsınlar diye bu Kur’ân’da, her türlüsünden temsiller getirdik. [30,28; 29,43; 18,54]
28 – Fenalıkların bütün nevilerinden sakınmaları ümidiyle her türlü tenakuz ve çelişkiden uzak, dosdoğru ve Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.
29 – İşte şimdi Allah bir temsil daha getiriyor: İki adam var, bunlardan birincisi, birbirine rakip, birbiriyle hep çekişen ortakların emrinde, diğeri ise sadece bir kişinin emrinde çalışıyor. Bu ikisinin durumu hiç bir olur mu? Olmaz elhamdülillah! Fakat çokları bu gerçeği bilmezler.
Bu âyette tevhidin gerekliliği şirkin ise imkânsızlığı pek sade bir şekilde tasvir ediliyor. Fakat burada putları sadece cansız varlıklar, birtakım timsaller olarak düşünmemelidir. Allah’ın razı olmadığı zıt yönlere çekilen, şahsiyetlerini parçalamaları istenen insanların şirk ortamında çektikleri zorluklar ve şirk düzenindeki mantıksızlıklar belirtilmektedir. Âyetin son kısmında “el-hamdu lillah!” şu anlamı ifade eder: “red ve inkâr üslubu ile soruya muhatap olan müşrik o kadar zor durumdadır ki ağzını açma cesareti bile gösterememiştir. Bu durum karşısında mümin; “Hamd-u senalar olsun Allah’a ki bütün gerçek O’nundur!”, bu gerçek karşısında şirk kaçacak delik aramaktadır” deyip coşku ve sevincini haykırmaktadır.
30-31 – Hiç şüphe yok ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra da büyük duruşmanın olacağı kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizle dâvalaşacaksınız.
32 – Uydurduğu yalanı Allah’a mâl eden,
yahut yanına kadar gelen gerçeği yalan sayan kimseden
daha zalim biri olabilir mi?
Kâfirler için cehennemde yer mi yok?
33 – Ama, hak ve gerçeği getiren ve onu tasdik edenler var ya,
işte her türlü fenalıktan korunanlar onlardır. [2,177]
34 – Âhirette Rab’leri nezdinde onlara istedikleri her şey vardır.
İşte iyiliği huy edinenlerin mükâfatı budur.
35 – Böylece Allah onların geçmişte yaptıkları en kötü işleri bile affeder
ve yaptıkları makbul işlerin karşılığını en güzel şekilde verir. [46,16]
36 – Allah kuluna kafi değil midir?
Kalkmışlar da seni O’nun dışında birtakım başka şeylerle korkutmaya çalışıyorlar.
Allah kimi şaşırtırsa artık onu yola getiren olamaz.
Müşrikler müminleri “Tanrılarımıza ilişmeyin, yoksa onlar sizi çarpar” diye korkutmaya çalışıyorlardı. Hz. Peygamber Halid İbn Velid’i, Uzza putunu kırmak için gönderdiğinde putun bekçileri: “O öfkeli biridir, sakın başına bir iş gelmesin” demişlerdi. Halid hiç tereddüt etmeden onun burnunu kırmış, hiç bir şey yapamayacaklarını ona tapanlara da göstermişti.
37 – Ama kime de Allah yol göstermişse onu saptıran olamaz.
Allah, (mutlak galip ve istediği anda hakkını alan, dilediğinin hakkından gelen) “Azizün Zü’ntikam” değil midir? [3,4;5,95;14,47]
38 – Eğer onlara: “gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye sorarsan “Allah!” derler.
De ki: “Peki öyleyse, şimdi baksanıza Allahtan başka ibadet ettiğiniz şu nesnelere:
Şayet Allah bana bir musîbet verirse bunlar o musîbeti giderebilirler mi?
Yahut bana rahmet ve nimet vermek isterse o rahmeti engelleyebilirler mi?
Şu halde sen şöyle de: “Allah bana kâfidir.
Güvenecek yer arayanlar da, yalnız O’na dayanıp güvensinler. [11,54-56; 67,29; 65,3]
39-40 – Hem de ki: “Ey halkım! Siz elinizden gelen fenalığı yapın, ama ben de işime devam edeceğim.
Zelil ve rezil eden azabın dünyada kime geleceğini, âhirette ise devamlı azabın kimin başına ineceğini yakında öğrenirsiniz.
41 – Biz bu kitabı, insanların faydası için sana hak ve gerçek olarak indirdik.
Artık kim doğru yola girerse kendi yararına olarak girer, kim de yoldan saparsa kendi aleyhine olarak sapar.
Sen onlar üzerinde bekçi değilsin. [11,12; 13,40]
42 – Ama Allah, insanların ruhlarını ölümleri sırasında,
ölmeyenlerin ruhlarını ise uykuları sırasında alır.
Hakkında ölüm hükmü verdiği rûhu tutar, vermediği rûhu ise belirli bir süreye kadar salıverir.
Muhakkak ki bunda, düşünen kimseler için alacak ibretler vardır. [6,60-61]
43 – Bilakis onlar kalkmış, Allah’tan başka birtakım sözüm ona şefaatçiler bulmuşlar!
De ki: “Onların hiçbir yetkileri olmasa, akıl ve şuurdan mahrum olsalar da mı onlara ibadet edeceksiniz?” [2,255]
44 – De ki: “Şefaatin tamamı Allah’a aittir. Çünkü göklerin ve yerin hâkimiyeti de O’nundur.
Sonunda da O’nun huzuruna götürülecek, O’na hesap vereceksiniz.”
45 – Böyle iken Allah bir olarak anılınca âhirete iman etmeyenlerin yürekleri burkulur da,
O’ndan başkalarından bahsedilince derhal yüzleri güler. [37,35]
46 – Sen şöyle dua et:
“Allah’ım! Ey gökleri ve yeri yaratan!
Ey görünen görünmeyen ne varsa bilen.
Hakkında ihtilaf ettikleri her meselede kulların arasında Sen elbette hükmedeceksin.
Ben bu güven içinde bekliyor ve sabrediyorum.”
Hz. Peygamber (a.s.) gece uykudan kalkıp teheccüd namazını kıldığında, duasının başında bu ilâhî vasıflara yer verirdi.
47 – O zalim kâfirler, dünyanın bütün malları ve imkânları kendilerinin olsa, hatta onların bir misli daha bulunsaydı, kıyamet gününde o korkunç azaptan kurtulmak için, derhal fidye olarak verirlerdi.
O gün onların hiç hesaba katmadıkları öyle şeyler Allah tarafından ortaya dökülür ki saymaya gelmez!
Hiç hesaba katmadıkları şeyler, Cenab-ı Hakkın gazap ve azabıdır ki insanlar bunu hatırlarına bile getirmiyorlardı. Bazı âlimler de iyi ve sevaplı zannıyla yapıldığı halde, gerçekte günah olduğu anlaşılan şeyler olduğunu söylerler.
48 – İşledikleri pis işler ortaya çıkar
ve Allah’ın dini ve Peygamberleriyle yaptıkları alayların cezası
kendilerini her taraftan sarıverir.
49 – İnsanın başı derde girdi mi Biz’e yalvarır, ama sonra ona tarafımızdan nimet verince: “Ben bilgi ve becerim sayesinde bu serveti elde ettim” der.
Hayır! Bu bir imtihandır, ama çokları bunu anlamazlar. [28,76-78; 34,35]
Dünya nimetleri bakımından zengin veya yoksul olma, Allah’ın kulunu sevip sevmediğinin ölçüsü değildir. Zira herkes bilir ki Allah’ın nice makbul kulları yoksulluk çekerken, nice azgın kimseler nimetler içinde yüzmektedirler.
50 – Kendilerinden önce gelip geçenler de böyle dediler,
ama kazandıkları servet, mukadder âkıbetlerini önlemede kendilerine hiç fayda etmedi.
51 – İşledikleri fenalıkların cezası başlarına geçti.
Aynen onun gibi, senin çağdaşlarından olan zalimler de yaptıkları fenalıkların cezasına çarptırılacaklar
ve elimizden kaçıp kurtulamayacaklardır.
52 – Hâlâ şunu anlamadılar mı ki Allah dilediği kulunun nasibini bollaştırır, dilediğinin nasibini ise daraltır.
Elbette bunda inanacak kimseler için alacak ibretler vardır.
53 – De ki: “Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım!
Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz.
Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, gafur ve rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır).” [5,73-74; 85,10; 19,60; 9,104; 4,110; 145-146]
Bu âyet, Kur’ân-ı Kerîm’deki en ümit verici âyet sayılabilir. Bununla beraber, yine de tövbeyi kabul etme, Allah’ın dilemesine bağlıdır. Bu âyeti günah işlemeye teşvik sebebi saymak, Kur’ânı maksadı dışına çekmektir. Maksat tövbeye teşviktir. Müteakip âyet, günahların affından sonra Allah’ın gönderdiği hidâyeti kabul etmek gerektiğinide bildirmektedir.
Hz. Peygamber (a.s.)’dan şöyle dediği nakledilir: “Bu âyeti, dünyaya ve dünyada bulunan bütün şeylere değişmem.”
54 – Size azap gelip çatmadan önce, Rabbinize dönün ve O’na teslim olun, O’na itaat edin.
Yoksa yardım göremezsiniz.
55 – Size azap farkına varmadığınız yerden ansızın gelip çatmadan önce,
Rabbiniz tarafından size gönderilen hükümlerin en güzeline tâbi olun.
“İndirilenin en güzeli” “Kur’ân-ı Kerîm” olarak tefsir edilir. Ayrıca: 1. Nehyedilen, yasaklanan şeyler değil, emredilen şeyler. 2. Ruhsatlar değil de azimetler. 3. Mensuh değil de nâsih hükümler diye de tefsir edilir.
56 – Ta ki kişi şöyle demeye mecbur kalmasın:
“Rabbime karşı yaptığım bunca kusurdan dolayı yazıklar olsun bana!
Yazıklar olsun bana ki ben O’nun diniyle, kitabıyla alay edenler arasında yer aldım!”
57 – Yahut: “Allah bana hidâyet verseydi, ben de Allah’a karşı gelmekten sakınanlardan olurdum.”
58 – Yahut azabı göreceği sıra: “Ah! Elime bir fırsat geçse de iyilerden olsam!”
59 – Yüce Allah şöyle buyurur:
“Hayır! âyetlerim sana geldi de sen onları yalan saydın,
onları kabul etmeyi kibrine yediremedin,
büyüklük tasladın ve kâfirler arasına girdin!”
60 – Uydurduğu şeyleri Allah’a mal edip
O’nun adına yalan söyleyen kimselerin kıyamet günü yüzlerinin kapkara kesildiğini görürsün.
Allah’a karşı böyle kibirli davrananlar, büyüklük taslayanlar için cehennemde yer mi yok?
61 – Allah, Kendisine karşı gelmekten sakınanları ise, cehennemden kurtarıp muratlarına kavuşturur.
Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar asla üzülmezler de.
62 – Her şeyi yaratan Allah’tır.
Her şey O’nun tasarruf ve yönetimindedir.
63 – Göklerin ve yerin hazinelerinin anahtarları O’nun nezdindedir.
Allah’ın âyetlerini inkâr edenler var ya, işte asıl hüsrana, en büyük kayba uğrayanlar onlardır.
64 – Sen de ki: “Ey cahil topluluk! Böyle iken, siz ne cesaretle benden Allah’tan başkasına ibadet etmemi istiyorsunuz?
65 – Hâlbuki sana da, senden önceki peygamberlere de şu gerçek vahyolunmuştur ki:
“İyi dikkat et! Allah’a ortak koşarsan yaptığın bütün makbul işler boşa gider ve sen âhirette kaybedenlerden olursun!”
Allah, peygamberlerini şirkten korur. Dolayısıyla onlar hakkında şirk düşünülemez. Burada maksat, şirkin ne derece korkunç olduğunu başkalarına anlatmaktır.
66 – “Bilakis, sen yalnız Allah’a kulluk et ve O’na şükredenlerden ol!”
67 – Ama onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler,
O’na lâyık tazimi göstermediler.
Halbuki bütün bir dünya kıyamet günü O’nun avucunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak elinin içindedir.
Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi olan Allah, onların uydurdukları ortaklardan yücedir, münezzehtir. [21,104]
Hz. Peygamber (a.s.) bir gün hutbe verirken bu âyeti okuyup şöyle buyurdu: “Allah, o gün gökleri ve yıldızları, bir çocuğun elinde topu çevirdiği gibi, çevirir ve şöyle buyurur” İlah Ben’im! Hükümdar Ben’im! Cebbar Ben’im! Büyüklük Ben’imdir! Nerede dünya hükümdarları? Nerede dünyadaki zorbalar, mütekebbirler!”
68 – Sûra üflenir; Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde kim varsa çarpılıp cansız yere düşer.
Sonra ona bir daha üflenir: Bir de bakarsın bütün insanlar,
kabirlerinden ayağa kalkmış, etrafa bakınıp duruyorlar! [79,13-14; 17,52; 30,25]
Bu âyette sûra iki kere üfleneceği bildirilmiştir. Neml, 87. âyetinde bu ikisinden önce bir kere daha üfleneceğinden söz edilmiştir. Onun için Hz. Peygamber (a.s.) sûra üç üfleme bildirmiştir. 1. Nefhatü’l feza’ (dehşetli bir ses) 2. Nefhatu’s-sa’k (öldüren ses) 3. Nefhatu’l kıyame (diriliş üflemesi)
İstisna edilenler: En büyük dört melektir. Bazı müfessirler ayrıca, Hamele-i Arş, yahut rıdvan melekleri, huriler, Malik (cehennem sorumlusu) ve Zebanileri de sayarlar.
69 – Mahşer yeri Rabbinin nûru ile ışıl ışıl aydınlanır. Amel defterleri, ortaya konur, derken… peygamberler ve şahitler getirilir.
Haklarında tam adaletle hükmedilir ve onlara asla haksızlık yapılmaz. [21,47; 4,40]
Şahitler deyince: ilk hatıra gelenler: Allah’ın buyruklarını getiren peygamberlerdir. Hafaza melekleri, veya diğer hayırlı insanlar da olabilirler.
70 – Herkese, yaptığının karşılığı tam tamına ödenir. Zaten Allah, onların yaptıklarını pek iyi bilmektedir.
71 – Kâfirler bölük bölük cehenneme sürülür.
Nihayet oraya varıp da kapılar açılınca cehennem bekçileri onlara şöyle sorar:
“Size Rabbinizin âyetlerini okuyan
ve Allah’ın huzuruna çıkacağınız bu günü bildirerek,
sizi uyaran peygamberleriniz gelmedi mi?”
“Evet geldiler.” derler, “fakat kâfirler hakkında azap hükmü kesinleşti, şimdi ne desek boş!” [52,13; 19,85-86; 17,97; 67,8-10]
Buradan, yükümlülüğün vahiy ile başladığı anlaşılır. Zira meleklerin azarlamasına esas olan şey, peygamber ve kitapların gelmesi olmuştur.
72 – “Cehennemin kapılarından orada ebedi kalmak üzere, girin!”
Allah’a karşı büyüklük taslayanların kalacakları yer, ne fena bir yer!” denilir.
73 – Rab’lerini sayıp O’na karşı gelmekten sakınanlar ise bölük bölük cennete sevkolunurlar.
Nihayet oraya varıp da kapıları açılınca cennet bekçileri “Selâm olsun sizlere, ne mutlu size! Haydi, ebediyyen kalmak üzere, giriniz oraya!” derler.
74 – Onlar şöyle karşılık verirler: “Hamdü senalar olsun o Allah’a ki
sözünde durdu ve dilediğimiz yerinde oturacağımız şekilde bizi cennete yerleştirdi.
Çalışanların mükafatları ne güzelmiş! [3,194; 7,43; 35,34-35; 21,105]
75 – Sen o gün melekleri de Arş’ın etrafını çevrelemiş
Rablerine zikir, tenzih ve hamd eden vaziyette görürsün.
Derken, aralarında adaletle hükmolunur ve “Hamdü senalar Rabbülâlemin olan Allah’a mahsustur.” diye bitirilir. [40,7]