1. 312 dəfə oxunub ,   0 şərh   Çap et

II. hisse  (101-200)

101 – Onlara, Allah katından, kendilerine verilen Tevrat’ı tasdik eden bir Peygamber gelince, O Ehl-i kitapdan bir kısmı, güya gerçeği hiç bilmiyorlarmış gibi, Allah’ın kitabını arkalarına atarak ondan yüz çevirdiler de [7,157; 2,89-91]

102 – tuttular Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurdukları sözlere tâbi oldular.

Halbuki Süleyman küfre gitmemişti. Fakat asıl o şeytanlar küfre gittiler.

Halka sihiri ve Babilde Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı.

Oysa o ikisi: “Biz sırf imtihan için gönderildik, sakın kâfir olma!” demedikçe hiç kimseye sihir öğretmezlerdi.

İşte bunlardan koca ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı.

Fakat Allah’ın izni olmadıkça onlar bununla hiç kimseye zarar veremezlerdi.

Onlar kendilerine zarar getirip fayda vermeyen şeyler öğreniyorlardı.

Büyüye müşteri olan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını pek iyi biliyorlardı.

Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötü! Keşke bunu anlasalardı!

Yahudiler dünya ülkelerine dağılıp parçalanınca (özellikle Babil esareti sırasında) büyü kabilinden şeyleri öğrendiler. Bu sihiri de Hz. Süleyman (a.s.)a bağladılar. Allah’ın kitabından uzaklaştılar. Kur’ân Hz. Süleyman (a.s.)’ın, sadece büyüden değil, Tevrattaki diğer bazı isnatlardan da beri olduğunu bildirir. Büyüden başlıca maksatları, karı kocayı ayırmaktı. Bu da onların ahlâkça ne derece düştüklerini gösterir.

103 – Şayet onlar iman edip sihir gibi haramlardan sakınmış olsalardı, Allah katından kendilerine verilecek mükâfatlar elbette haklarında daha hayırlı olurdu.

 Keşke bunu bilselerdi!

104 – Ey iman edenler! (Siz, onların böylesi kötü etkilerine karşı uyanık olun, mesela) “Râina” demeyin, “Unzurna” deyin ve dinleyip itaat edin.

Kâfirler için acı veren bir azap vardır. [4,46]

Bu âyetten itibaren, müminler yahudilerin kurdukları tuzaklara karşı uyarılıyorlar. Onlar Hz. Peygamber’e görünüşte saygı gösterseler de, daima onun bir açığını yakalamak için pusuda bekliyorlardı. Kaypak, müphem kelimeler kullanıyorlardı. Mesela: Müslümanlar, Efendimize: “Bizi gözet, himmet et” anlamında râina derlerdi. Buna benzer raina kelimesi İbranîcede hakaret ifade eder. Bunu fırsat bilerek, ağızlarını eğip bükerek, bu kelime ile Hz. Peygamber’e hitap ederlerdi. Âyet, onların maskelerini indiriyor.

105 – Gerek Ehl-i kitaptan gerek müşriklerden olsun, kâfirler,

rabbinizden size herhangi bir hayır indirilmesini arzu etmezler.

Fakat Allah rahmetini dilediğine seçip ihsan eder.

Allah büyük lütuf sahibidir.

106 – Biz, daha hayırlısını veya benzerini getirmedikçe, herhangi bir âyetin hükmünü neshetmez veya ertelemeyiz.

Allah’ın herşeye kadir olduğunu bilmez misin?  [16, 101; 22,52]

Hem nesheden, hem de neshedilen âyetler, Kur’ân metni olma bakımından eşit değerdedirler. Daha hayırlı olma, o hükmü uygulayanların elde edecekleri sevap yönündendir.

Nesh: Dilde nakil veya izale anlamındadır. Istılahta: “Şariin, şer’î bir hükmü, daha sonraki şer’î bir delille kaldırması” dır. Allah Teâla insanlığı Cahiliye anarşisinden İslâma çıkarırken köprü konumundaki sahâbe neslini eğitmede neshi bir metod olarak kullanmıştır. Geçiş döneminin, muayyen bir vakit için yapılmış bazı istisnalar ihtiva etmesi kaçınılmazdır. Esasen nesh, bir yönü ile, vahyin bölüm bölüm indirilmesinin bir tezahürüdür. Biz insanlara göre değiştirme görünen durum, Allah Teâla bakımından nihaî hükmü beyan etmedir. Ancak bize, ilk hükmün sona ereceği vakit bildirilmediğinden, sınırlı ilmimiz, bu işi yürürlükten kaldırma sanmaktadır. Allah, mahlûkatı yaratmadan önce nâsihi de mensûhu da bilir. Fakat yüce hikmetiyle, mensûh olan ilk hükmün, muayyen bir vakitte sona erecek bir hikmet ve maslahat (işlev) ile sınırlı olduğunu da bilmektedir. Neshe bir misal verelim: Miras paylarındaki nihaî hüküm (4,11-12) gelmeden önce, anne ve baba gibi yakınlara vasiyetle mal bırakma farz kılınmıştı (2,180). Neshin çok az örneği vardır. İtikadî bir konu değil, ilmî bir değerlendirmedir.

107 – Bilmez misin ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır.

Sizin O’ndan başka ne bir hâminiz, ne de bir yardımcınız yoktur.

108 – Yoksa siz daha önce Mûsâ’dan istendiği gibi Resulünüzden de olur olmaz şeyler istemek, onu sorguya çekmek mi istiyorsunuz?

Kim imana bedel inkârı alırsa, artık doğru yoldan sapmış olur. [4,153]

109 – Sırf nefislerinden ileri gelen bir kıskançlık sebebiyle, Ehl-i kitaptan birçok kimse, gerçek kendilerine ayan beyan belli olduktan sonra, sizi imanınızdan uzaklaştırıp kâfir haline çevirmek isterler.

Allah bu husustaki emrini bildirinceye kadar affedin ve hoşgörün.

Şüphesiz Allah her şeye kadirdir. [3,186]

110 – Namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin.

Dünyada hayır olarak ne yapıp gönderirseniz, mutlaka onun mükâfatını âhirette Allah katında bulursunuz.

Zira Allah işlediğiniz her şeyi görmektedir.

111 – Bir de: “Yahudi veya hıristiyan olanlardan başkası cennete asla giremez” dediler. Bu onların kendi kuruntuları… Sen de ki: “İddianızda doğruysaız haydi delilinizi ortaya koyun.” [5,18]

112 – Hayır, iş öyle değil! Kim halis olarak kendisini Allah’a teslim edip güzel davranışlarda bulunursa Rabbinin nezdinde onun mükafatı olacaktır. Onlar ne korkuya mâruz kalacak ve ne de üzüntü duyacaklardır. [3,20; 4,142]

Cibril hadisi diye meşhur olan ve Cebrâil (a.s.) ın İslâmı mükemmel bir özetlemesini ihtiva eden hadîs-i şerîfe göre İhsan: “Senin Allah’ı görüyormuşcasına O’na ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu göremiyorsan da O seni görüyor” Burada bu anlamda veya geniş mânası ile ihsan (iyilik yapmak, iyi davranışlarda bulunmak) kasdedilebilir.

113 – Yahudiler: “Hıristiyanlar hakikî bir din üzere değil.”

Hıristiyanlar ise: “Yahudiler hakikî bir din üzere değil” dediler.

Halbuki her iki topluluk da Kitabı (Tevrat ve İncîl’i) okumaktalar.

Dini bilmeyenler de onlarınkine benzer sözler söylediler.

Allah, kıyamet günü anlaşamadıkları hususlarda hükmünü verecektir. [22,17; 34,26; 2,62]

Bilmeyenlerden maksat: Arap müşrikleri, putperestler, dinsizler olup bunlar da, Yahudiliğe, Hıristiyanlığa, Semâvî dinlere karşı “hiçbir hakikate istinad etmez, aslı yoktur” dediler.

114 – Allah’ın mescidlerinde Allah’ın adının anılmasını engelleyip oraların ıssız ve harap hale gelmesine çalışanlardan daha zalim kim olabilir?

Bunlar oralara ancak korka korka girebilirler.

Onlar için dünyada zillet, âhirette ise müthiş bir azap vardır. [9,17-18-28]

115 – Doğu da Batı da Allah’ındır.

Hangi tarafa dönerseniz, orada Allah’a itaat ve ibadet ciheti vardır.

Muhakkak ki Allah’ın lütfu ve rahmeti geniştir, ilmi her şeyi kuşatır.

116 – Bir de: “Allah evlat edindi” dediler.

Hâşa! O böyle şeylerden münezzehtir.

Bilakis göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun mahlûkudur.

Hepsi O’nun emrine boyun eğmektedir. [19,88; 112,1-4; 13,15] {KM, Tekvin 6,2.4; Eyup 1,6; Mezmurlar 2,7. Luka 3,38; Matta 26,63; 5, 44-45; Luka 6,35}

117 – O, gökleri ve yeri yoktan varedendir.

Bir şeyi yaratmak isteyince sadece “ol!” der, oluverir. [36,82; 16,40; 54,50]

118 – Gerçeği bilmeyenler dediler ki: “Allah bizimle konuşmalı veya bize mûcize gösterilmeli değil miydi?”

Onlardan öncekiler de buna benzer sözler söylemişlerdi.

Kalbleri nasıl da birbirine benziyor!

Gerçekleri iyice bilmek isteyenler için delilleri apaçık gösterdik. [74;52; 6,124; 51,52-53]

119 – Biz seni sırf Kur’ân’la müjdelemen ve uyarman için gerçeğin ta kendisi olarak gönderdik.

Yoksa sen cehennemliklerden ötürü sorguya çekilecek değilsin. [3,20; 88,22; 50,45]

Onun hak peygamber olduğunun en bariz delili, kendi şahsîyetidir. Mekkeliler, hayatı boyunca, onun ahlâkını biliyorlardı. İnsanlara bile hiç yalan söylemeyen bu faziletli ve dine bağlı insanın, uydurduğu birtakım sözleri Allah’a mal etmesi aklın alacağı bir şey değildir.

120 – Ne yahudiler ne de hıristiyanlar, sen onların dinlerine tâbi olmadıkça asla senden razı olmazlar.

Sen de ki: “Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, doğru yolun ta kendisidir.

Sana gelen bunca ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan,

Allah’a karşı hiçbir koruyucu ve yardımcı bulamazsın.

121 – Kendilerine verdiğimiz kitabı, lâyık olduğu şekilde okuyup izleyenler var ya! İşte onlardır onu tasdik edenler.

Kim onu inkâr ederse, işte onlar hüsrana uğrayacakların ta kendileridir. [5,66-68; 17,107-108; 28,52-54]

Abdullah İbn Selam (r.a.) gibi, hem Tevrat’ı hem de Kur’ân’ı ve son Peygamberi tasdik eden zevat buna dahildir. Cafer İbn Ebi Talib (r.a.) beraberinde Habeşistandan, bir gemi ile gelip Ashab-ı sefîne denilen (32’si Habeşistanlı, 8’i Şam rahiplerinden olan) kırk kişi de bu cümledendir.

122 – Ey İsrail’in evlatları! Size ihsan ettiğim nimetimi.

Ve sizi vaktiyle diğer insanlara üstün kıldığımı hatırlayın.

123 – Öyle bir günden sakının ki,

O gün hiçbir kimse bir başkasının yerine ödeme yapamaz,

Hiçbir kimseden fidye kabul edilmez

Ve kendisine şefaat fayda etmez.

Onlara yardım da edilmez.

124 – Şunu da hatırda tutun ki: Bir vakit İbrâhimi Rabbi birtakım emirlerle sınamıştı.

O da onları hakkıyla yerine getirdiğinden Rabbi kendisine: “Seni insanlara başkan (İmam) yapacağım” dedi.

İbrâhim: “Ya Rabbi, neslimden de başkanlar çıkar” deyince, Allah: “Zalimler ahdime (nübüvvete) nail olamazlar” buyurdu. [6,161; 16,120-123; 3,67-68; 37,113; 14,40; 22,78]  {KM, Tekvin 12,1; 17,11; 22,1-10; Matta 3,9; Luka 1,73}

125 – Biz Beytullâh’ı insanlara sevap kazanmaları için toplantı ve güven yeri kıldık.

Siz de Makam-ı İbrâhim’i namazgâh edininiz. İbrâhim ile İsmâil’e de: “Tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için bu Evimi tertemiz bulundurun” diye emretmiştik. [14,35-41; 9,109; 22,26-29; 2,187, 3,97] {KM, Tekvin 17,2.23}

İtikâf: Cemaatle namaz kılınan bir Mescitte ibadet niyeti ile belirli bir zaman kalmak demektir.

126 – Ve o vakit İbrâhim: “Ya Rabbî, burayı güvenli bir şehir yap.

Buranın halkından “Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri çeşit çeşit mahsullerle rızıklandır.” dedi.

Bunun üzerine buyurdu ki: “Onlardan inkâr edeni dahi rızıklandırıp az bir zaman hayattan nasip aldırır, sonra da onları cehennem azabına sürerim.

Orası varılacak yer olarak ne fena bir yerdir!”  [14,35; 27,91; 28,57; 29,67; 95,3]

127 – İbrâhim ile İsmâil Beytullah’ın temellerini yükseltirken şöyle dua ediyorlardı.

“Ey bizim Kerîm Rabbimiz! Yaptığımız bu işi kabul buyur bizden!

Hakkıyla işiten ve bilen ancak Sen’sin.”

128 – Ey bizim Yüce Rabbimiz! Bizi, yalnız Sana boyun eğen müslüman kıl.

Soyumuzdan da yalnız Sana teslimiyet gösteren bir müslüman ümmet yetiştir.

Ve bizlere ibadetimizin yollarını göster, tevbelerimizi kabul buyur.

Muhakkak ki tevbeleri en güzel şekilde kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin!” [14, 40; 25,74]

129 – Ey bizim Rabbimiz! Onların içinden öyle bir resûl gönder ki;

Kendilerine Senin âyetlerini okusun, onlara Kitabı ve hikmeti öğretsin

Ve onları tertemiz kılsın.

Muhakkak ki azîz sensin, hakîm sensin! (Üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibisin!)

Hz. İbrâhim (a.s.)’a bu duayı yaptıran Cenab-ı Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’ı yaratıp Peygamber yapmakla onu kabul etmiştir. Vermek isteyince, istemeyi ilham etmiştir.

130 – Kendini bilmeyen ahmaktan başka kim İbrâhim’in dininden yüz çevirir ki?

Biz onu dünyada nübüvvetle müşerref kılıp seçtik. O âhirette de sâlihlerden olacaktır.

131 – Rabbi ona: “Kendini canı gönülden Hakka teslim et!” deyince o derhal: “Teslim oldum, âlemlerin Rabbine” demişti. [6,79; 16,120-122; 11,7]

132 – Bu dini İbrâhim kendi evlatlarına vasiyet ettiği gibi Yâkub da böyle yaptı ve: “Evlatlarım! dedi, Allah sizin için bu dini seçti.

Sakın müslümanlıktan başka bir din üzere ölmeyin.” [21,72; 3,33-34]

İsrailoğulları Hz. Yâkub (a.s.)’ın neslinden geldiklerinden, özellikle onun adı zikrediliyor. Tevrat’ta Hz. Yâkub’un vefatı anlatılırken onun bu son isteği yer almaz. Fakat Talmud ayrıntılı bir şekilde anlatır. (Mevdudî, Tefhim)

133 – Ne o, yoksa siz ölüm Yâkub’a gelip çattığında, o evlatlarına: “Benim ölümümden sonra kime ibadet edeceksiniz?” dediğinde siz orada mı bulunuyordunuz?

Onlar cevaben şöyle demişlerdi: “Senin İlahına, senin ataların İbrâhim, İsmâil ve İshakın İlahı olan Tek İlaha kulluk ederiz

Ve biz ancak O’na teslim olan müslümanlarız.” {KM, Tekvin 49,1; 48,15}

134 – İşte onlar bir ümmetti, geldi geçti…

Onların kazandığı kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir.

Siz onların işlediklerinden sorguya çekilmezsiniz.

135 – Bir de: “Yahudi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” dediler.

De ki: “Biz bütün batıl dinlerden uzaklaşmış olarak İbrâhim’in dinine tâbi oluruz.

O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.”

136 – Deyiniz ki: “Biz Allah’a, bize indirilen Kur’ân’a,

Keza İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Yâkub’a ve onun torunlarına indirilene

Ve  yine Mûsâya, Îsâ’ya,

Hülasa bütün peygamberlere Rab’leri tarafından verilen kitaplara iman ettik.

Onlar arasında asla bir ayrım yapmayız.

Biz yalnız O’na teslim olan müslümanlarız.” [4,150; 2,285] {KM, Tekvin 56 ve 59. bölümler; Yuşa 3,12}

137 – Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yolu bulmuş olurlar.

Yok yüzçevirirlerse, mutlaka size karşı bir ayrılık ve düşmanlık içindedirler.

Bu takdirde ise onların hakkından gelmek için Allah sana yeter. O hakkıyla işitir ve bilir.

138 – Siz Allah’ın verdiği rengi alınız.

Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?

“Biz ancak O’na ibadet ederiz” deyiniz.

139 – Allah hem bizim Rabbimiz, hem de sizin Rabbiniz olduğu halde,

Siz bizimle Allah hakkında mı münakaşa ediyorsunuz?

Bizim yaptıklarımızın karşılığı bize, sizin yaptıklarınızınki ise size ait.

Biz tam bir samimiyetle yalnız O’na bağlıyız. [10,41; 3,20; 3,67-68]

140 – Yoksa Siz İbrâhim, İsmâil, İshak ve Yâkub’un ve onun evlatlarının yahudi veya hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?

De ki: Siz mi daha iyi bileceksiniz yoksa Allah mı?

Allah’ın, Kitabı vasıtasıyla kendisine ulaştırdığı hakikati saklayandan daha zalim kim olabilir?

Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. [3,67]

Yahudilik özel âyinleri ve düzenlemeleri ile M.Ö. dördüncü asırda şekillenmiştir. Hıristiyanlık Hz. Îsâ’nın dünyadan ayrılıp göğe yükseltilmesinden çok sonra şekillenmiştir. Dolayısıyla bu tarihlerden önce yaşamış olan peygamberlerin, tarihî olarak bu dinlere mensup olmaları mümkün değildir. Hal böyle olunca Kur’ân, Allah nezdinde makbul olmak için, Allah’ın bütün peygamberleri tarafından bildirilen ve bütün çağlarda yaşayan iyi insanların uyduğu evrensel yolu kabul etmelerinin gerekli olduğunu vurguluyor.

141 – İşte onlar bir ümmetti geldi geçti…

Onların kazandığı kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir.

Siz onların işlediklerinden sorguya çekilmezsiniz.

142 – Akılsız insanlar: “Bu müslümanları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?” diyecekler.

De ki: “Doğu da Batı da Allah’ındır. O dilediği kimseyi doğru yola yöneltir. {KM, Tekvin 2,8; Çıkış 26,22; Hezekiel 47,1. Luka 1,78}

Hicretten on yedi ay kadar sonra kıble, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mekke’deki Kâbe’ye çevirildi. Vahiy, Hz. Peygamber öğle namazında iken geldi. İlk iki rekatı Kudüs’e, son iki rekatı da namaz esnasında dönerek Mekke’ye doğru kıldırdı. Kıbleteyn (iki kıbleli) Mescidi, günümüzde Medine’de mevcuttur. Âyetin son kısmı, kıble yönünün, Allah’ın sadece o tarafta olduğu mânasına gelmediğini kesin bir tarzda belirtmektedir.

143 – Ve işte böylece Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun.

Senin arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kâbeyi kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamberin izinden gidenlerle ondan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır.

Gerçi bu oldukça ağır bir iştir. Ancak Allah’ın doğru yola erdirdiği kimseler için mesele teşkil etmez.

Allah imanınızı zayi edecek değildir.

Çünkü Allah insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir. [17,82; 41,44; 4,115]

Müslümanlar, Allah’ın hidâyetine tâbi olarak örnek ümmet haline geldiler. Kıblenin değiştirilmesi, önderliğin İsrailoğullarından alınıp İslâm’a verilmesini simgeliyordu. Allah Teâla âhirette peygamberlerin hakkı tebliğ ettiklerini belgelemelerini isteyeceği gibi, ümmetten de peygamberlerinden aldıklarını değiştirmeden tebliğ edip etmediklerinin hesabını soracaktır.

Bir hadiste Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Siz Allah’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz, neye şahitlik ederseniz gerekli olur.” Müminler, Allah’ı görüyorcasına yaşamak, hal ve davranışları ile insanlara Allah’ı tanıtma görevindedirler. Öyle ki, onları gören, Allah’ı hatırlamalıdır.

“Ümmetim dalalet üzerinde ittifak etmez” hadisi icmâ delilinin esas kaynağıdır.

144 – Elbette ilahi buyruğu bekleyerek yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz.

Artık müsterih ol, işte memnun olacağın kıbleye seni yöneltiyoruz.

Haydi çevir yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru!

Siz de ey müminler, nerede olursanız olunuz çevirin yüzünüzü oraya doğru!

Kendilerine kitap verilmiş olanlar, kıbleyi çevirmenin gerçekten Rab’leri tarafından olduğunu bilirler.

Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.

{KM, Yuhanna 4,21}

145 – Kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü delili de getirsen onlar senin kıblene yönelmezler.

Sen de onların kıblesine dönecek değilsin.

Zaten onların da bazısı bazısının kıblesine yönelmez ki!…

Faraza, sana gelen bunca ilimden sonra onların keyiflerine uyacak olursan,

Bilmiş ol ki, o takdirde sen de zalimlerden olursun. [10,96-97]

146 – Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler, onu (Muhammed’i) tıpkı evlatlarını tanıdıkları gibi tanırlar.

Böyle iken, onlardan bir kısmı, bile bile gerçeği gizler.

147 – Hak ve gerçek olan, Rabbinden gelendir, bunda hiç tereddüdün olmasın.

Resûlullaha hitaben “Hiç tereddüdün olmasın” hitabı tehyic kabilindendir. Yoksa, bundan, onun tereddüt ettiği mânasının çıkarılması doğru değildir. İnsanın bir arkadaşına te’kid gayesiyle, o hiç endişe ve merak etmese de:” Hiç endişen olmasın, hiç merak etme, ben hallederim, o iş tamamdır!” kabîlinden söz söylemesi, belagat bakımından yerinde bir iştir.

148 – Herkesin yöneldiği bir cihet vardır,

Haydin öyleyse hep hayırlara koşun, yarışın.

Nerede olursanız olunuz, Allah hepinizi bir araya getirir.

Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.

Bu âyet-i kerîme Kur’ân’ın müslümanların şahsîyetlerini nasıl geliştirdiğini, esasta birleşme ve fazilette yarışma kaydı ile, her bir ferdin değişik bir görüş ortaya koyabileceğini, bunun müminlerin birliğini ve uyumunu bozma yerine daha da güçlendirmesi gerektiğini ifade etmektedir. Vallahu A’lem.

149 – Her nereden yola çıkarsan çık,

Sen yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür.

Şüphesiz ki böyle yapmak, Rabbin tarafından gelen gerçektir.

Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

150 – Her nereden yola çıkarsan çık, sen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.

Ve siz de ey müminler! Her nerede olursanız yüzünüzü oraya doğru çevirin ki

Halk aleyhinizde kullanacak bir delil bulamasın.

Yalnız onlardan haksızlık edenler başka!

Siz de onlardan değil, Ben’den çekinin ve o tarafa yönelin ki

Size olan nimetlerimi tamamlayayım

Ve böylece siz de doğru yolu tutmuş olasınız.

151 – Nitekim, size âyetlerimizi okuması,

Sizi tertemiz hale getirmesi, size Kitap ve hikmeti

Ve bilmediğiniz nice şeyleri öğretmesi için sizden birini elçi gönderdik. [3,164; 14,28-29; 62,2]

152 – Öyleyse siz Beni zikredin ki Ben de sizi anayım.

Şükredin Bana, sakın nankörlük etmeyin.

153 – Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah’tan yardım dileyin.

Muhakkak ki Allah sabredenlerle bareberdir.

“Namaz müminin miracıdır.” Rûhun huzuru, bedenin temizliği ve intizama girmesi, ruhî ve bedenî her vazifenin, dünya ve âhiretle ilgili her türlü mükemmelliği, gerek ferdî gerek toplumsal özellikleri ihtiva eden namaz ile sağlanır. Hz. Peygamberin tavsifi ile “Dinin direği” olan namaz, imanı besler, kulu Rabbine bağlar. Sonsuz elemleri ve emelleri olan âciz insanı, her şeye kadir olan Rabbinin dergâhına ulaştırır.

154 – Allah yolunda öldürülenler hakkında “ölü” demeyin.

Bilakis, onlar diridirler, fakat siz bunun farkında değilsiniz.

155 – Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz.

Sen sabredenleri müjdele!

156 – Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına musîbet geldiğinde,

“Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz” derler.

Böyle demeye, bu âyetten alınan bir kelime ile istirca’ denir. Bu âyet, İslâm ümmetine Allah’ın büyük lütuflarındandır. Özellikle musîbet ve sıkıntı hallerinde “Biz Allah’a âidiz” diyerek mümin malını, canını, her şeyini Allah’a teslim etmekte, bütün kâinatın O’nun yaratıkları olduklarını, O’nun kendi mülkünde dilediği işi yapmasının yerinde olduğunu hatırlar. Kendisini o muazzam kuvvet kaynağına bağlayarak, kazandığı güçle musibetlerin üstesinden gelir.

157 – İşte Rab’leri tarafından bol mağfiret ve rahmete mazhar olanlar onlardır.

Hidâyete erenler de ancak onlardır.

158 – Safa ile Merve Allah’ın belirlediği nişanelerdendir.

Kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret ederse oraları tavaf etmesinde bir beis yoktur.

Her kim de, farz olmadığı halde gönlünden koparak bir hayır işlerse, mükâfatını görür.

Zira Allah şükrün karşılığını verir. O, az amele çok mükâfat veren ve her şeyi bilendir. [4,40]

Müşrikler de Safa ile Merve arasında sa’y ederlerdi. Müşriklerin bunu yapmaları, bu iki tepeyi Allah’ın şeâiri olmaktan çıkarmaz.

159 – İnsanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra, indirmiş olduğumuz aşikâr delilleri ve hidâyeti gizleyenler var ya!

İşte onlara Allah lânet ettiği gibi,

Lânet edebilecek herkes de lânet eder.

160 – Ancak onlardan tevbe edip hallerini düzelten ve gerçekleri açıklayanlara gelince: Ben onların tevbelerini kabul ederim.

Zira tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan Ben’im.

161 – İnkâr edenler ve inkârcı olarak da ölenler var ya!

İşte Allah’ın, meleklerinin ve bütün insanların lâneti hep onların üstünedir.

162 – Onlar bu lânet içinde ebedî olarak kalırlar.

Onların azapları hafifletilmeyeceği gibi,

Kendilerine yeni bir mühlet de verilmez.

163 – Hepinizin İlahı tek İlahtır.

Ondan başka tanrı yoktur. O, rahmandır, rahîmdir. {KM, Tesniye 4,35; İşaya 43,10-11}

164 – Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda,

Ve yeryüzünde hayat verip yaydığı canlılarda, rüzgarların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda,

Elbette aklını çalıştıran kimseler için Allah’ın varlığına ve birliğine nice deliller vardır.

Müşrikler Hz. Mûsa ve Hz. Îsâ (a.s.)’a verilen mûcizeleri öğrenip o kabilden olarak Safa tepesinin altın olmasını mûcize olarak istediler. Allah Teâla: “İstersen yaparım, fakat iman etmezlerse, hiç görülmedik şekilde azap gönderirim” deyince Efendimiz: “O halde benimle halkımı başbaşa bırak, onları yavaş yavaş dine dâvet edeyim” demesi üzerine bu âyet indirildi. Demek ki bu âyette bildirilen gerçekler Safa tepesinin altın olması gibi harikalardan daha önemlidir. Bu, Kur’ânın din konusunda insan fikrini ne güzel eğittiğini göstermeye kâfidir.

165 – Öyle insanlar vardır ki Allah’tan başkasını Allah’a denk tutar, tıpkı Allah’ı severcesine onları severler.

Müminlerin Allah’a olan sevgileri ise her şeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir.

O, böyle yaparak kendilerine zulmedenler, azabı gördükleri zaman anlayacakları gibi, bütün kuvvet ve kudretin yalnız Allah’a ait olup, Allah’ın azabının pek şiddetli olduğunu, keşke şimdiden bilselerdi! [89,25,26; 6,165]

Bu âyet, ulûhiyyetin en önemli hususiyetlerinden birinin muhabbet yani sevilmek olduğunu gösterir. Bundan dolayıdır ki Kur’ân ıstılahında insan, daha çok “kul” vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa karşı beslenen sevginin en ileri derecesini ifade eder. Bu âyet gösteriyor ki, Allah’tan başka her hangi bir şeyi veya kimseyi Allah’ı severcesine seven kimse, Allah’tan başka nid (yani O’na denk tutmuş), sayılmaktadır. Bu, sevgide ortak yapmaktır, yoksa yaratma ve Rab olma vasfında denk saymak değildir. el-Vedûd Allah’ın güzel isimlerinden olup “Yaratıklarını çok seven ve onlar tarafından çok sevilen” demektir.

166 – İşte önderler kendilerini izleyenlerden uzak durdular,

Azabı gördüler ve aralarındaki her türlü bağ kesildi.

167 – Bunun üzerine o tâbi olanlar şöyle dediler:

“Ah ne olurdu, elimize bir fırsat geçse de onların bizden uzak durdukları gibi,

Biz de onları bir reddetseydik!

İşte Allah Teâla onlara, bütün yaptıklarını, en şiddetli pişmanlıklar halinde gösterecektir.

Onların o ateşten çıkacakları da yoktur. [25,23; 14,18; 24,39; 23,99; 26,102; 32,12; 39, 58; 42,44]

168 – Ey insanlar! Yeryüzünde olan bütün nimetlerimden helâl hoş olmak şartı ile yeyiniz;

Fakat şeytanın peşinden gitmeyiniz.

Çünkü o sizin besbelli düşmanınızdır.

169 – O sizi hep çirkin işler ve hayasızlık yapmaya

Bir de Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri iddia etmeye teşvik eder.

170 – Onlara: “Gelin Allah’ın indirdiği buyruklara tâbi olun!” denildiğinde:

“Hayır, biz babalarımızı ne durumda bulduysak ona uyarız” derler.

Babaları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış olsalar da mı onlara uyacaklar?

171 – İnkârcıları hakka çağıranın durumu, tıpkı bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen hayvanlara haykıran kimsenin durumu gibidir.

Sağır, dilsiz ve kördür onlar. Bundan ötürü akıllarını kullanıp gerçeği anlayamazlar.

172 – Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların temiz ve helâlinden yeyiniz.

Eğer yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız, O’na şükrediniz.

173 – O size leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kıldı.

Kim mecbur kalırsa başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret miktarını geçmemek şartıyla bunlardan yemesinde günah yoktur. Allah gafurdur, rahim’dir: (Günahları çok çok affeder, merhameti ve ihsanı boldur). [5,3; 6,145; 16,115] {KM, Resullerin işleri 15,19-20}

174 – Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey gizleyip onu birkaç paraya satanlar var ya!

İşte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmazlar. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz ve onları temize çıkarmaz.

Onlara son derece acı bir azap vardır.

175 – İşte onlar hidâyeti bırakıp dalaleti, mağfireti bırakıp azabı satın almışlardır.

Bunlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklı imişler!

176 – Böyle olacaktır: Çünkü Allah kitabı gerçek bir gaye ile hak olarak indirmiştir.

Ve kitap hakkında ihtilafa dalanlar haktan pek uzağa düşmüşlerdir.

Bi’l-hakki: Hakkıyla, hak ile, hak olarak demektir. Burada bâ’ edatı konusunda: mülâbese, musahebe veya sebebiyye olmak üzere birkaç ihtimal vardır. Mülabese olursa: hakka mülabis, yani “haklı olarak”, “hak olarak iniş” veya “kitabın tam hakkı verilerek” demek olur. Sebebiye olursa: “bu hak sebebiyle, hakkı açıklamak için veya hak hikmeti ile” demek olur ki, yerine göre bu mânalardan biri tercih olunur.

177 – Takvâ, yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir.

Lâkin takvâ Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman eden,

Sevdiği malını Allah’ı hoşnud etmek için

Yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren,

Namazı hakkıyla ifa edip zekâtı veren,

Sözleştiği zaman sözlerinde duran,

Hele hele sıkıntı ve hastalık hallerinde,

Savaşın şiddetleri esnasında sabreden kimselerin davranışlarıdır.

İşte onlardır imanlarında samimi olanlar

Ve işte onlardır her türlü fenalıktan korunan takvâlılar! [2,285; 4,136; 22,37; 76,8-9; 3,92; 41,7; 13,20]

Bu bir tek âyet İslâmın başlıca inanç (akaid), ibadet ve ahlâk esaslarını toplamaktadır. Buna işaret olarak Hz. Peygamber (a.s.m): “Kim bu âyete göre hareket ederse imanını kemale erdirmiş olur” buyurmuştur.

178 – Ey iman edenler! Öldürülen kimseler hakkında size kısas farz kılındı.

Hür hür ile, köle köle ile, dişi dişi ile kısas olunur.

Ama kim, maktûlün velisi tarafından affedilirse kısas düşer.

Bundan sonra, diyeti ona güzel bir şekilde ve tam olarak ödemek gerekir.

Bu esneklik Rabbiniz tarafından bir kolaylık ve lütuftur.

Artık kim bundan sonra karşıdakinin hakkına tecavüz ederse,

Ona son derece acı bir azap vardır. {KM, Levililer 24,19-21; I Samuel 15,33. Matta 5,38-39}

179 – Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır.

Böylece korunmayı umabilirsiniz.

Kısas hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Gerçi kısasın kendisi, cezayı hakketmiş bir hayatı yok etmedir, ama aynı zamanda haksız yere hayatı yok etmeye karşı, hayatın en büyük müeyyidesidir. Kısas gibi caydırıcı bir hüküm, toplum ve kişi hayatının garantisidir. Böylece dünya hayatınızı olduğu gibi âhiret hayatınızı da korursunuz.

180 – Sizden öleceğini anlayan biriniz, geriye mal bırakacaksa;

Anası, babası ve akrabaları için, münasip bir tarzda vasiyet etmesi size farz kılındı.

Bu, haksızlık yapmaktan korunan takvâlılar üzerine borçtur. [2,240; 4,7-13.176]

Bu farz, 4,11-12 de miras paylarını kesin olarak bildiren hükümle neshedilmiştir.

181 – Kim bu vasiyeti işittikten sonra değiştirirse, artık vebali değiştirenlerin boynunadır.

Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.

182 – Vasiyet edenin hataya düşüp haksızlığa kaymasından

Veya günaha girmesinden endişe edip ilgililerin arasını bulan kimse, hiçbir vebale girmez. Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.

183 – Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak size de farz kılındı.

Böylece umulur ki fenalıklardan korunursunuz.

Orucun sayısız hikmetleri vardır: Allah’ın, kâinatın Rabbi olduğu gerçeğinin daha geniş çapta anlaşılmasını sağlar. İnsanın rûhunu kötü etkilerden, hırslardan korur. Bedenine iyi bir perhiz olarak zararlı maddeleri atmasına vesile olur. İnsanlara açların ve fakirlerin sıkıntılarını tattırarak toplumdaki dengesizlikleri gidermeye katkıda bulunur, Haramlardan uzaklaşmaya vesile olarak, kişinin ebedî hayatını korur. Hülasa bütün bu gayeleri Kur’ân, korunma (ittika) kelimesiyle özetlemiş olmaktadır.

184 – Oruç sayılı günlerdedir.

Sizden her kim o günlerde hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.

Oruç tutamayanlara fidye gerekir.

Fidye bir fakiri doyuracak miktardır.

Her kim de, kendi hayrına olarak fidye miktarını artırırsa bu, kendisi hakkında elbette daha hayırlıdır.

Bununla beraber, eğer işin gerçeğini bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.

185 – O sayılı günler, ramazan ayıdır.

O ramazan ayı ki insanlığa bir rehber olan, onları doğru yola götüren

Ve hakkı batıldan ayıran en açık ve parlak delilleri ihtiva eden Kur’ân o ayda indirildi.

Artık sizden kim Ramazan ayının hilâlini görürse, o gün oruç tutsun.

Hasta veya yolcu olan, tutamadığı günler sayısınca, başka günlerde oruç tutar.

Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez.

Oruç günlerini tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden ötürü Allah’ı tazim etmenizi ister.

Şükredesiniz diye bu kolaylığı gösterir. [2,200; 62,11] {KM, Tesniye 9,9.18; I Krallar 19, 8.Matta 4,2}

186 – Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim.

Öyleyse onlar da dâvetime icabet ve Bana hakkıyle inanıp tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.

187 – (Ey kocalar), oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde, eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı.

Eşleriniz sizin elbiseleriniz, siz de eşlerinizin elbiselerisiniz.

Allah nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için yüzünüze bakıp, size bu lütufta bulundu.

Artık bundan böyle onlara yaklaşıp Allah’ın sizin için takdir buyurduğu neslin arayışı içinde olun.

Şafak vakti, günün ağarması gecenin karanlığından farkedilinceye kadar yeyin için.

Sonra gece girinceye kadar orucu tamamlayın.

Mescidlerde itikâfta bulunduğunuz sırada eşlerinize yaklaşmayın.

Bunlar Allah’ın yasak sınırlarıdır, sakın o hudutlara yaklaşmayın.

İşte böylece Allah insanlara, zararlardan sakınıp korunmaları için âyetlerini iyice açıklar.

188 – Bir de, birbirinizin mallarını haksız yollarla yemeyin.

Halkın mallarından bir kısmını, bile bile haksız yere yemek için, mal dâvasıyla rüşvetlerle hâkimlere koşmayın.

189 – Sana hilâlleri sorarlar. De ki: Onlar insanlar için; özellikle hac için vakit ölçüleridir.

Evlere arka taraftan girmeniz fazilet değildir.

Asıl fazilet, haramlardan sakınan insanın gösterdiği fazilettir.

Öyleyse evlere kapılardan girin.

Allah’a karşı gelmekten sakının ki umduğunuza kavuşasınız. [6,96; 10,5; 17,12]

190 – Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın.

Fakat haksız yere saldırmayın.

Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez. [9,36]

191 – Onları nerede yakalarsanız öldürün.

Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın.

Dinden döndürmek için işkence yapmak, adam öldürmekten beterdir.

Yalnız, onlar, Mescid-i Haram’ın yanında sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla orada savaşmayın,

Fakat sizi öldürmeye kalkışırlarsa siz de onlarla savaşın.

İşte kâfirlerin cezası böyledir. [48,24]

Fitne: Dilde, yabancı maddelerden arıtmak için altını ateşe sokmaktır. Sınama, imtihan etme, işkence, ayrıca musibet, belâ, günah, fesat mânalarına gelebilir. Şirki ve dinsizliği yaymak, dinden döndürmek, Allah’ın haramlarını çiğnemek, asayişi bozmak, vatandan çıkarmak birer fitnedir. Bu âyette: hak dinden döndürmek için işkence etmek mânasınadır.

Mekke müşrikleri, ashabdan bazılarına hürmetli aylarda işkence etmişler, onlar da dayanıp şehid olmuşlardı. Bu âyet, böyle bir işkencenin, hürmetli aylara riayet edip etmemeden daha mühim olduğu gerekçesiyle, işkenceyi durdurmak için savaş ilanına cevaz vermiştir. Nüzul sebebi özel ise de, söz fitnenin mahiyetinin, öldürmenin mahiyeti ile karşılaştırılmasını ifade ettiğinden, hüküm geneldir.

192 – Şayet onlar vazgeçerlerse siz de vazgeçin. Zira Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.

193 – Bu işkence ortadan kalkıp din ve itaat yalnız Allah’a mahsus oluncaya kadar onlarla savaşın.

Eğer inkârdan ve tecavüzden vazgeçerlerse, bilin ki zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. [16,126; 42,40]

194 – Hürmetli ay, hürmetli aya bedeldir.

Hürmetler karşılıklıdır. O halde kim size saldırırsa siz de aynısıyla karşılık verin.

Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah bu sakınanlarla beraberdir.

195 – Allah yolunda malınızı harcayın da, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve hep güzel davranın.

Çünkü Allah güzel hareket edenleri sever.

196 – Haccı da, umreyi de Allah rızası için tamamlayın.

Eğer engellenecek olursanız, o durumda kolayınıza gelen bir kurban gönderin.

Kurbanlık, yerine varıncaya kadar başınızı tıraş etmeyin.

Aranızda hasta, yahut başından rahatsız olan varsa, ona fidye olarak; oruç tutmak, sadaka vermek, yahut kurban kesmek gerekir.

Hastalık veya yol emniyeti olmaması gibi sebeplerle haccınızın engellenmesinden emin olduğunuz zaman ise,

Her kim hacca kadar umre yaparak sevap kazanmak isterse, onun da kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir.

Kurbanlık temin edemeyen kimse, üç gün hacda yedi gün de döndüğünüz zaman memleketinde olmak üzere tam on gün oruç tutar.

Bunlar, ailesi Mescid-i Haram’da oturmayanlar içindir.

Allah’a karşı gelmekten sakının ve Allah’ın cezasının çetin olduğunu iyi bilin.

Hac: şartlarına sahib olan müslümanın, ömründe bir defa hac aylarında ihrama girip kurban bayramı Arefe günü Arafatta vakfe yapıp, sonra Kâbe’yi ziyaret etmesidir. Umre ise Kâbe’yi, hac ayları dışında, sünnet kabilinden ziyaret etmektir.

197 – Hac mâlum aylardadır.

Kim o aylarda haccı ifaya azmederse bilsin ki hac esnasında

Ne cinsel yaklaşma, ne günah sayılan davranışlarda bulunma, ne de tartışma ve sürtüşme yoktur.

Siz hayır olarak her ne yaparsanız, Allah mutlaka onu bilir.

Azıklanınız ve biliniz ki azığın en hayırlısı takvâdır, haramlardan korunmadır.

Öyleyse Bana karşı gelmekten korunun ey akıl sahipleri! [22,25; 9,36]

198 – Hac mevsiminde ticaret yaparak, Rabbinizden size gelecek kâr ve yarar taleb etmenizde size bir vebal yoktur.

Arafat’ta vakfeden ayrılıp sel gibi Müzdelife’ye doğru akın ettiğinizde, Meş’ar-ı Haram’da Allah’ı zikredin.

O size nasıl güzelce hidâyet ettiyse, siz de öyle güzel bir şekilde O’nu zikredin.

Bilirsiniz ki, O’nun yol göstermesinden önce siz yolu şaşırmış kimselerdendiniz.

Arefe günü vakfeden sonra güneş batınca Arafat’tan Müzdelife’ye doğru akın edilir. Meş’ar-ı Haram Müzdelife’dedir. Müzdelife’de akşam ve yatsı namazları birlikte kılınır. Gece orada geçirilerek, bayramın birinci günü sabah namazının peşinden Mina’ya doğru hareket edilir, orada kurban kesilip, Kâbe tavaf edilerek ihramdan çıkılır.

199 – Sonra, insanların sel gibi aktığı yerden siz de akın edin ve Allah’dan af dileyin. Çünkü Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.

200 – Hac ibadetlerinizi tamamlayınca, vaktiyle atalarınızı anıp onlarla öğündüğünüz gibi.

Hatta daha fazla, daha hürmetle Allah’ı anın.

Bazı kimseler: “Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!” derler.

Bunların âhirette nasipleri yoktur.

Haccı tamamlayınca araplar Mina’da toplanıp, bilhassa atalarının yaptıkları işleri anlatarak övünmeyi âdet edinmişlerdi. Bu âyet ona bedel Allah’ı zikredip O’nun hidâyetini anlamak, onun eserlerini tefekkür, nimetlerine şükür etmeye teşvik ediyor.




Şərh yaz